2.11.08

Melez

***

Gece ağır ağır, sinsice üzerimize çöküp karanlığa boğmuştu etrafı. Tedirgindik. Korkularımız giderek artıyor, bizleri anahtarı kayıp kafeslere hapsediyordu. Soluk alışlarımız bozulmuştu. Düşüncelerimiz bir birini kovalıyordu; ama ne zaman birinin peşine düşsek hepsi birden yok olup bizi boşlukta bir başımıza bırakıp kaçıyorlardı. Soğuyordu hava. Verdiğimiz nefesler küçük bulutlar bırakıyordu ardımızda. Ateş bile donuktu şimdi.

Tedirgindik. Üşüyorduk. Korkmuştuk.

Ruhlarımız titriyordu.

Biz ki ne savaşlar atlatmıştık, ne mücadeleler vermiştik. Orduları dize getirmiş, krallara boyun eğdirmiştik. Canavarlarla, ruhlarla, iblislerle karşı karşıya durmuştuk. Silahlarımız vardı ellerimizde, kalın parmaklarımız arasına yerleşip savaş narası atan kılıçlarımız, baltalarımız, palalarımız vardı. Cesaretimiz, kuvvetimiz destandı halkların ağzında. Ölüm; kaprisli, güzel bir kadındı bizler için. Kılıçlarımız kınından her çıktığında, koynuna girdiğimiz bir kadın.

Şimdi, şimdi ruhlarımız titriyordu.

Yeni yetme bir kızın dudaklarından düşmüş o sözcükler ruhlarımızı titretiyordu.

Kızıl saçlarıyla Nadian' ı hatırlatıyordu bana. Kızımı. Yaşaydı eğer büyükbaba olmuştum belki de. Oysa... oysa bu kız tüylerimizi diken diken ediyordu. O kör, boş bakışlar huzursuzluk yayıyordu. Ölü rengiydi teni, mermer kadar beyaz... ve soğuk.

'Melez' diyorlardı ona. 'Şifacı' ya da 'Kâhin' diyenlerde vardı. Ona adaklar adayıp kızınızın koca bulup bulamayacağını ya da kocanızın savaştan dönüp dönemeyeceğini soramazdınız. O bunların çok üstündeydi. Gördükleri, duydukları ve hissettikleri sıradan ölümlüler için çok fazlaydı. Belki de bir melez olduğu için hâlâ hayattaydı. Erydianlar' ın soyundan geldiğini söyleniyordu. Yaklaşık on yıl önce tamamıyla yok olan bir Elf ırkıydılar. Diyorlar ki hepsi öylesine bir vahşetin kurbanı olup kendi kibirleriyle boğularak acı çekmişler ki Melez' in gözlerinden kanlar gelmiş. Yüzünde hâlâ o kanların izleri var. Gözlerinden yanaklarına, çenesine doğru inen kan kızılı şeritler. Yitip gitmiş kadim dillerden bir taç vardı alnında, tenine kazınmış.

Tapınakta kaldığımız süre boyunca tek bir sözcük bile söylememişti. Rahibeler; hasta, varlıklı bir ailenin küçük kızına bakıcılık ediyorlardı sanki. Onu, oradan oraya taşıyorlardı. Üşümesin diye şallara sarıyor, yiyebilsin diye etini küçük parçalara bölüyorlardı. O zaman bile onun yakınında olmak tedirgin ediciydi.

Tapınaktan ayrılıp ormanda ilerlemeye başladığımızda gün batmak üzereydi. Hava berraktı ve kimse bozacağını düşünmese de herkesin huzursuz olduğu aşikârdı. Yeni Ay' ın gecesiydi, yavaş yavaş doğmaya başlamıştı. Tam ne zaman oldu emin değilim; ama rüzgâr sertleşti. Atlar huysuzlaşınca onlardan indik. Kaldroin bundan fazlasıyla mutluluk duymuştu bir cüce olarak; ama o bile bir cücenin olabileceğinden çok daha tedirgin görünüyordu. Yayan devam etmeye başladığımızdan kısa bir süre sonra birkaç dal çıtırtısı duyduk. Ellerimiz kılıç ve baltalarımızda hışımla sese doğru döndüğümüzde onu gördük. Kızıl saçları, boş gözleri ve ölü teniyle durmuş bize bakıyordu. Alnına kazınmış eski harflerden oluşan çemberlerden ayak bileklerinde de vardı. Benzerleri; ama sanki yarım kalmışçasına bir kesinlikle elerinin bileklerine ve boynuna da işlenmişti. Çıplak ayakları, kırık dallar ve yaprak arasında, toprakla kirlenmiş olarak sırıtıyordu. Geceliğinin bir omzu hafifçe kaymış; ince kumaş genç, diri bedenini kıvrımlarına sarınıyordu. Her erkeğin; onurlu şövalyesinden rezil Orc' una kadar her erkeğin dokunmak, sahip olmak, bedenini altında hissetmek, ihtiras çığlıkları duymak isteyeceği bir kadın gibiydi. Oysa daha çocuktu, Nadian' dan daha küçüktü; ama unutturuyordu bunu. Bir çocuk olduğunu unutturacak kadar hayranlık ve anlamsız bir açlık uyandırıyordu karşısındakine.

Dostlarım, silah arkadaşlarım da benimle aynı duyguları paylaşmışlardı anlaşılan. Aynı şeyleri hissetmiş, aynı arzulara mahkûm olmamak için çabalamışlardı. Olduğumuz yere mıhlanmıştık. Tecrübelerimiz ve onurumuz bizi ileri adım atmaktan alıkoyuyordu. Gözlerimiz, bakışlarımız o beyaz tene, kızıl saçlara odaklanmıştı. Solgun dudaklarının aralanmasıyla sanki birkaç adım gerilemek istercesine hepimizin irkildiğini fark ettim. Önce anlamsızdı dudaklarının hareketi, sonra sesini duyduk. Sözcükleri. Ruhumuza sızan, karanlığı zihnimize fısıldayan o sözcükleri. Soğuk daha soğuk oldu, gece daha karanlık. Yıldızlar ve ay bile soldu, silindi gökyüzünden. Arzularımız, hislerimiz, umutlarımız çekilip alındı sanki bedenlerimizden. Namevtlerin dokunuşları gibiydi o sözler. Ruhlarımız parça parça yitip gidiyordu.

Ne zaman sustu... hatırlamıyorum. Bedenimi hissetmekte o kadar çok zorlandım ki nefes almaya kalkarsam eğer parçalanıp toprağa karışırım sandım. Hatırlamıyorum... ama sustu. Sustu ve dikildiği yerden, o çelimsiz ve mecalsiz haliyle, kör gözlerini alelade bir yere dikip öylece durmaya devam etti.

Alay ediyordu sanki. Orada durmuş, soğuk, ince kumaşın ardında ona dokunmuyormuş gibi, söylediklerinin hiçbir anlamı yokmuş gibi duruyordu.

Başka evrenlere, başka zamanlara ve bizim anımıza sözleri aitti. Yaşayanların, ölmüşlerin ve doğmamış olanların zamanlarına aitti.

Sözleri... kehaneti ölümün ötesine aitti.

***