4.2.09

Simyacı'nın Gelişi


Şehrin beş mil güneyinde ki bir balıkçı kasabası. Hava ılık. Sonbaharın kızıl-sarı dokunuşları ormanlık alanlarda hemen hemen kendini gösteriyordu. Şehirdeki istasyonlardan köylere ve kasabalara yolcu taşıyan at arabası kasabaya giden yol ayrımının başında durmuş ve içinden genç görünümlü, kutu gibi bir valizle formalı biri inmişti. Geri kalan yolu yürüyerek alacaktı. İki saatlik bir yürüyüşten sonra yazısı biraz hasar görmüş bir tabelada şöyle yazıyordu: "...Hood's Pay' a Hoş Geldiniz"

Ilık hava yürüyüşten sonra artık ona sıcak gelmeye başlamıştı. Valizini yere bıraktı, yeşil ceketini ve eldivenlerini çıkarıp katlayınca onları valizin üstüne koydu. Gözüne düşen rengi açılmış birkaç perçemi kulağının ardında kıvırıp cebinden çıkardığı bir tokayla saçlarını topladı. Sarsıntılı at arabası yolculuğu ve sıcak gelen havanın altındaki yürüyüş mesafesi onu yormuştu. Bunları ufak ufak telafi eden tek şey ise denizden gelen serin ve tuzlu meltemlerdi.

Elinde ufak bir not vardı. Notta bineceği tren, gideceği kasaba ve kalacağı yerin adları yazıyordu. Ba'Casta, diye okudu. Ne saçma bir isim. Bir hafta önce Curtis Dunstan adına eski bir askerle tanışmıştı. Dunstan, şimdilerde Ödül Avcılığı yapıyordu ve 20li yaşlarındaki gençlerden oluşan bir ekibi vardı. Dunstan kendisini ekibe davet ettiğinde biraz garipsedi; ama nedendir bilmiyor katılmayı kabul etti. Ailesinin anılarına boğulduğu, onlardan kalma evden uzaklaşma ve biraz seyahat etmek için iyi bir fırsat olarak görmüş olmalıydı. Belki böylece kitaplar, kütüphaneler ve deneylerle sınırlı kalan çalışma ve araştırmalarını genişleteceği bir alan da bulabilirdi. Dunstan' ın adamları hakkına birkaç yüzeysel bilgiye sahipti. Ekipte bir mekanik mühendisi ve iki nişancı bulunuyordu. Nişancılardan biri yakın dövüş konusunda da uzmanlaşmıştı.

Önündeki yolu hesap edip tekrar yürümeye başlamadan önce oturup biraz dinlenebileceği bir yer aradı. Arayışını gürültülü bir şeyin tozu dumana katarak kasabanın içinden çıkışa doğru gelmesi kesti. Kahve kehribar gözleri geleni normalden daha hızlı ve mekanik aksamı geliştirilmiş bir bisiklet olarak gördü. Üzerinde ise siyahî bir genç vardı. Kasabalı olduğunu tahmin ettiği gencin bindiği aracın yanına tekerlikli bir sepet de bağlanmıştı. Araç gürültüyle ve siyah, yoğun bir dumanla yabancının önünde duruverdiğinde onu öksürüğe boğdu.

"Oh, affedersiniz efendim!" dedi çocuk durdurduğu araçtan indi. Yabancı adam dumanı savuşturmak için elini ileri geri sallayıp çocuğa baktı. 20li yaşlarında bu delikanlı ona garip gelmişti. Saçları bir tuhaftı ve her yerinde motor yağı vardı. Eski ve kirli bir işçi tulumu giyiyordu. Siyahî genç gülümseyerek söze girdi, "Siz şu Simyacı olmalısınız. Ben Castar, Hugo Castar," elini uzattı tokalaşmak için.
"Evet," dedi adam, "Joseph Rae" ve gencin elini sıktı. Hugo, Simyacı ile tokalaştıktan sonra, "Haydi binin," deyip aracın sepetini işaret etti ve kendisi de seleye oturdu.
"Merak etmeyin sağlamdır," deyip tebessüm etti Hugo koltukları kabararak, "ben yaptım."
Joseph, nedense, ben de bunu duymaktan korkuyordum, diye geçirdi içinden ve pek hevesli olmamasına rağmen sepete binip yerleşti. Hugo ise icatlarından birini yeni bir çift göze sergileme olanağı bulduğu için heyecanına hâkim olmakta zorlanıyordu. İster istemez "Sıkı tutunun!" diye bağırıvermişti simyacıya bir kaskla gözlük uzatırken. Adam onları takarken, o da motoru çalıştırdı ve kasabanın içine doğru yol aldı. At arabasından daha sarsıntılı ve tozu dumana kara bir bulut öbeğiyle katan bu yolculuk fazlasıyla rahatsızdı.

***

Sabahın erken saatleri. Doğuya henüz herhangi bir pembelik ya da sıcaklık serpilmemiş. Kilidi düşmüş ahşap pencereden serin bir rüzgâr fısıldayarak odaya akıyor. Soğuk. Maden ocaklarından çıkarılan kürek kürek kömür, beyaz yastıklara yayılmış. Gözleri kapalı, kaşları çatık; uykudan uzaklaşmak istemezcesine yastığı başının üstüne çekiyor. Köşeden gelen tıkırtı rahatsız edici.

"Git buradan. Git başkasının Noel Hayaleti ol," diyor boğuk bir sesle. Tıkırtı devam ediyor. Duymamış gibi, dalgın ve huzursuz edici bir tınıyla devam ediyor.

Homurdanıyor, belki biraz da küfrediyor ve doğruluyor olduğu yerde. Aile hazinelerini sarıp sarmalayan çarşafın ardındaki çıplak teninde ufak tefek, birkaç kızıl tırnak izi çarpıyor göze. Serin hava tüylerini diken diken edip vücudunu germiş. Şimdi yüzüne ve omuzlarına düşen perçem perçem siyah saçlarının ardından, lacivert gözünü açıp köşeye dikiyor bakışlarını. Eski, soluk yeşil, kadife bir koltuğun üzerinde beyazlar giyinmiş bir kadın oturuyor. Bacak bacak üstüne attığı ayaklarını bir koldan aşağı sarkıtıp diğerine de sırtını vermiş. Boynu, koltuğun sırtından tarafa doğru bükülmüş hafifçe. Kızıl, kısa tutamlar yanağını sıyırıp omuzlarına dokunmak için uzanıyorlar. Teni soluk, yeşim gözlerindeki donuk bakışları bir noktaya sabitlemiş. İnce uzun parmakları arasındaki altıpatların silindirini çevirip oturtup tekrar çeviriyor.

Genç adam, onu süzdü ve ardından uyku mahmuru gözlerini ovuşturup kendini gerisin geri yatağa bıraktı.

"Ciddiyim Abigail, kes şunu."

Tıkırtı ansızın durdu. Biri lacivert, diğeri mavi olan iki göz de hafifçe aralanıp tavana baktılar. Tıkırtı tekrar başladı.

"Geliyor."
"Kim?"
"..."
"Ha... Yeni çocuk. Evet."
"..."
"N'olmuş?"
"O..."
"...ne?"
"O bir... Simyacı."