Savaş çanları çalıyordu, kulaklarda yankılanarak halkın yüreğine korku salarak çalıyorlardı. İçindeki karanlık giderek büyüyor, ruhundan kalan son parçaları acıyla eziliyordu. Rüyalar, düşler onun kara deliklerle örülü kâbuslarında dönüşüyordu. Çığlıkları keskin ve acıydı ama duyulmuyorlardı. Gözlerini kapadığında zihnini de kapıyordu, sonrası bilinmezlikti. Ne içindi bu çanlar? Bir savaş mıydı gerçekten? Yoksa bir av mı? Tarihteki büyük savaşlardan, lanetlerden ve ölümden kurtarmış bunca şövalyeyi cazgır bir çiftçi ordusuyla mı yok edeceklerdi?
Hayır.
Me'a yüreğinde bir ağırlık hissetti. Bir şeyler onu derinden, içinden, en gizli saklı düşlerinin ve anılarının olduğu yerden boğuyordu. Bilinmez bir elin pençelerindeydi. Hayır! Ruhundan kalan parçalar haykırıyordu. Tanrıçalar ve Tanrılar adına, HAYIR! Bu rûnleri taşıdıkça, derisi her an alev alev yanarken, zihninde ona ait olmayan seslerin yankısına dayandıkça bu çanlara, bu savaşa izin ermeyecekti. Kanları eline bulaşmış tüm ölü dostlarının kayıp mezarlarına üzerene yemin ederdi ki, izin vermeyecekti!
Dizleri üstüne çöktü. Ellerini toprağa dayadı yığılmamak için. Soğuk toprak bir anda kuruyu verdi avuçları altında. Bir şeyler kaburgalarını içten içte tırmalıyordu. Rûnler ısınırken teni yanıyor ve çatlıyordu. Dişlerini sıktı, gözlerini yumdu, ruhundaki acı bedenine işliyordu.
HAYIR! Hayır... kaybetmeyecekti kendini. Kimsenin avı değildi o. İzin vermezdi buna... hayır, tasmalanacak bir gudubet olmayacaktı. Uyuz bir hayvan gibi avlanamazdı!
Nefesi ufak buharlar yaratıyordu. Gri gözleri, kararıp kehribar ateşlere dönüşürken kirpiklerine düşen birkaç damla yok oldu. Boğazını yırtarak geceyi boğan çığlık, çalan çanları çıldırttı. Yarılan rûnlerden kanla karışık kara irinler aktı toprağa.
Toprak öldü.
Teni karardı, zırhı parçalanıp döküldü. Rüzgâr dokunmadı saçlarına, fısıldamadı kulağına.
Şehir sustu.
Gecenin karanlığında kara bir kâbus uyandı. Yürüyen karanlıkta sadece bir çift yıldız parladı ateş renginde.
No comments:
Post a Comment