12.5.10

Me'a

İlk FRP karakterim Me'amor adında bir elfti. Tolkien'in Orta Dünyası'nı konu alan bir forumda başlamıştım. Kuzgun karası saçları olan, hafif yanık tenli, savaşçı bir hatundu Me'a. Kurulu klana gelen her üyeyi tam o anda sırf o kişi için yazılmış bir şiirle karşılardı. O şiirleri yazmak çok hoşuma giderdi, ne yazık ki hepsini kaybettim.

O zamanlar FRP, Classlar vs. hakkında çok bir bilgim yoktu, o yüzden hatun biraz fazla mükemmel bir karakterdi. Daha sonra işi öğrenip zevk aldıkça Me'a' yı tekrar tekrar düzenledim. O artık bir Orta Dünya ya da DnD elfi değil. Benimi kendi yarattığım ya da yaratmakta olduğum bir dünyaya ait. Aşağıdaki yazı, söz konusu o dünyada geçen bir savaş sırasında Me'a'nın olayların başlangıcıyla ilgili anısını (flashback) içeriyor. Kendisi eski bir yazı 2008 tarihli olması muhtemel. Çok iyi sayılmaz yine de birkaç ufak değişiklik yapıp yayınlamaya karar verdim.

---

Gözleri kapandı hafifçe, zihninde sesler duyuyordu; mızrak ve kılıçların çarpışma sesleri, havada süzülen ok sesleri, savaş nidaları... İç çekti, sanki son kez çekiyormuşçasına.

Dinaerealılar' ın yolları ayrı düştükten birkaç yıl sonraydı. Kendimi dağ yamaçlarındaki ormanlara kurulmuş bir Elf Yurdu' nda bulmuştum. Kendi yurdum da. Dönüşümden sevinç duyanlar olduğu gibi hoşnutsuzluğunu gizlemeyenler de vardı. Kız kardeşlerim çevremde pervane olup uzak diyarlarda yaşadıklarımı dinlemek istediler bir bir, erkek kardeşlerim attığım onca cenkten sağ çıkmamı sağlayan kılıcımla onlara meydan okumam için sıraya dizildiler. Ailenin en büyük çocuğu olmak zordur hep, küçüklerin kendine yakın gördüğü aile bireyi olmak... Babamız tarafından evlatlıktan reddedilmiş evlat olmak.

"Babamızı kızdıracaksın Me'amor, dönmemeliydin."
"Babamız bana hep kızgın sevgili Nia."
"Yine de dönmemeliydin. Annemiz olmasaydı seni topraklarımızdan sürgün edecekti hatırlasana."
"Şşşt, küçük kız kardeşim. Bırak da bu yorgun savaşçı biraz dinlensin. Er geç yola koyulacağım tekrar. Belki bakarsın babamızın gazabını üstüme çekmeden önce topraklarımıza düşen çiğ tanelerini izleme şansı yakalarım."
"Evet, belki. Umalım ki tek endişemiz babamızın gazabı olsun."
"Hıım? O da ne demekti?"
"Ufukta savaş var kardeşim. Geçtiği her yeri kızıla boyuyor ve şimdi de burada... bizim topraklarımızda."

Bu sözler, bu sözler her şeyin başlangıcı oldu işte. Kendimi bir anda son görmek istediğim insanın karşısında buldum; babamın. Onun yanında duran annemin özlem ve tedirginlik dolu bakışlarını ağır bir yük gibi üstümde hissetmiştim; ama bilmem, öğrenmem gereken daha önemli bir şey vardı.

"Aurnia bir savaştan bahsetti."
"Düğün bile olsa seni ilgilendirmiyor. En kısa sürede bu toprakları terk edeceksin."
"Hayır! Siz isteyin ya da istemeyin baba, burası benim de toprağım. Burada büyüdüm ben. Eğer toprağımı, ailemi, halkımı tehlikeye sokacak bir savaş söz konusuysa sizin ordularınızla beraber çarpışmak en büyük hakkım."
"Benim ordularımda sana yer yok!"

Sırtını döndü... Sırtını döndü ve ailede bir tek bana miras bıraktığı çelik grisi gözlerini ufka dikti. Annemin deniz mavisi gözleri üstümdeydi hâlâ, bunca yıl boyunca âşık olmaktan usanmadığı adam ile ilk göz ağrısının arasında kalmak hiçbir annenin kaderi olmamalıydı. Avuçlarımda babamın kollunu hissetim bir an, sıkıca kavrayıp onu kendime doğru çevirdiğimi gördüm. Kendi bilincimden uzakta hareket ediyordu uzuvlarım; ama belki de yıllar önce yapmam gereken şeyleri yapıyorlardı. Gözlerinin içine baktım, bana miras bıraktığı sadece o gözler değildi, kibri, cesareti, liderliği... Kendimize itiraf etmekten her zaman çekindiğimiz bir gerçekti bu; ben, onun, babamın bir kopyasıydım. Bana baktığında geçmişini, kendi gençliğini; bende ona baktığım da geleceğimi, kendi yaşlılığımı görüyordum.

"Baba... Burada kalacağım. Ben düşmanınız değilim. Ufukta yükselen günle gelen hangi savaşsa ordularında beraber karşısına dizileceğim ve göğüs göğse kılıç kılıca ölümüne savaşacağım."
"Sen! Sen bir aptalsın! Bir aptal!!"

Kapıdan çıktı, yürüdü gitti. Annemin gözyaşları ile beni kucakladığını hissettim. Çiçekler gibi kokan siyah saçları yanaklarıma değdi. Dudakları, öpücükleri saçlarımda gezindi; ama kalamadım yanında. Kaçtım, böylesi bir eziyeti ona nasıl layık gördüm, ben bile bilemiyorum.

Ordular son hazırlıklarını yaparken atımla süzüldüm aralarına, bakışları konuşmalarına yer bırakmıyordu. Kılıcım kınındaydı, eski bir dostumun verdiği Mithril yeleğim göğsümdeydi. Omzumu kavradı bir el ansızın, arkamı döndüğümde en az babam kadar bana karşı bir yüz gördüm; Megilastald, erkek kardeşlerimin en büyüğü, toprakların varisi.


"Megil--"

Sözümü tamamlayamadım çünkü kardeşim, ordularının bir kumandanıymışım gibi selamlayıp sarılmıştı bana. Onun sesinden duyduğum cümlelerle şaşkınlığım yerini minnettarlığa bırakıyordu.

"Eve döndüğünde çok sevindim."

Onunla beraber hazırlıkları yapan askerler boyunca ilerledik. Babamın ve komutanlarının yanına vardık. Kardeşim başını kaldırıp gülümsedi, komutanlar ise babamın tepkisinden çekinerek başlarını bile kaldırmamışlardı. Aralarına girip önlerine serili haritaya göz attım.

"Baba?"
"............."
"Baba?!"
"Ne istiyorsun?"
"Savaşın nedenini? Düşmanın kim olduğunu?"
"Savaşın nedeni savunma yapmak. Orklar ve yanlarındaki diğer yaratıklar nedensizce Cücelerin Madenlerine saldırdılar. "
"Nedensizce mi?"
"Evet, nedensizce. Kuzeydeki ormanları yakıp yıkmışlar. Buraya gelenlerin farklı bir ordu olduğu kanısındayız. Her koşulda savunma yapacağız... Sonra gerekirse madenlere yöneliriz. Şimdiye kadar sesleri çıkmadığına göre günbatımında harekete geçeceklerdir. Gökte tek bir yıldız bile belirmeden tüm hazırlıkların tamamlanmış olmasını istiyorum."

Günbatımı... Güneşin topraklar ardında uykuya dalıp göğü buladığı o tatlı kızıllık şimdi dökülecek kanların habercisiydi. Nitekim öyle de oldu. Güneş battığı an savaş borularıyla davullarının sesleri ağaçlara yerleşmiş tedirgin kuşları mekânlarında etti. Oklar zehir yağmurları gibi üstlerimize yağarken kalkanlarımızın arkasına sığındık. Kılıçlarımızı kınlarından çıkarıp geceye sürdük atlarımızı. Orkların, yaratıkların ve ordularımızın askerlerinin kanları bir olup toprağı suladı.

Gündoğumunda düşman orduları geri çekildi, gece tekrar saldırmak üzere. Babam orduları geri topladı, kayıplarımız ağırdı; ama her askerimiz yere düşmeden olabildiğince çok düşmanı haklamış gibi görünüyordu. Yararlılarımız vardı. Hanımlarımız onlarla ilgilenirken babam ilişti gözüme tüm kibri ile dikiliyordu dimdik. Göğsüne aldığı o ağır yara bile bir an için olsun vazgeçiremiyordu onu tüm bu olanlardan.

Ağır adımlarla ilerleyip çardakları geçti, kardeşlerimin yaralarını saran anneme görünmeden usulca koridorlardan geçti. Adımları yalpalıyordu artık, odasının kapısına vardığında dengesini yitirdi. Koluna girdim, ayakta durmasına yardım ettim. Beni, gururunu zedelermişim gibi sertçe ittirdi; ama onu bırakmaya niyetli değildim. Sesim fısıltı gibiydi, anneme yakalanmamak için harcadığı çabayı boşa çıkartmamalıydım.


"Hadi baba..."
"Bırak beni, kendimde yürüyebilirim. Sana muhtaç olacak kadar zayıf değilim."
"Evet, zayıf değilsin, sadece biraz yorgunsun ve birkaç can sıkıcı sıyrığın var o kadar."

Zarif işlemelerden yapılma kapıyı açıp içeri girdik, onu ipek çarşaflar arasındaki yatağına yatırdım. Bakışlarındaki kibri omuzlarımı çökertiyordu adeta. Zırhını, giysilerini soydum. Göğsünün biraz yukarısında ağır bir yara vardı. Çevresi kararmaya başlamıştı. Zehirli olduğu aşikârdı. Şifalı bitkiler gerekiyordu. Kalktım, koridorları ve kapıları geçtim, çardakların arka tarafındaki odama gittim koşarcasına. Yolculuklarım boyunca nice bilgelerle, yaşlı Druidler ve yetenekli şifacılarla karşılaşmıştım. Öğrendiğim birçok şey vardı onlardan. Her zaman kendime yetmeyi bilmiştim ve her zaman hazırlıklı olmayı da. Ama beni tedirgin eden bir şeyler vardı. Bu savaşla, düşmanımızla ilgili bir şeyler. Çok daha fazlasının olup bittiğini hissediyordum. Uğursuz bir şeyler vardı.

Geri döndüğümde yarayı yıkadım, merhem haline getirdiğim şifalı bitkileri sürdüm. Temiz bir bezle yarasını sardım. Başını yana doğru çevirmişti balkona düşen çiçek tanelerini izliyordu. Teşekkür etmesine ya da minnet duymasın ihtiyacım yoktu. Sadece kararlarımı, beni, olduğum gibi kabul etse yeterdi.

"Baba... bu geceki çarpışmaya katılmaman gerekiyor."
"Ne'den bahsediyorsun sen ?"
"Hareket etmemelisin. Bu ya---"
"Şimdi de bana akıl mı verir oldun."

Hışımla doğruldu yataktan, giysilerine ve zırhına uzandı. Onu durdurmak ya da fikrini değiştirme için söylediklerim fayda etmedi ki bunu zaten beklemiyordum. Çardaklara geri döndüğümüzde, Sul'u gördüm. Benden sonraki en büyük en kız evlat oydu. Nia, deri zırhını giymesinde ona yardım ediyordu. Okları selesinde yerlerini almışlardı. Bir an orada öylece durup onları izledim. Kadınlarımız çoğunlukça şifacıydı. Sadece bazıları eğer isterlerse okçu olarak eğitiliyordu. Sul, en iyilerden biriydi.

Güneş batarken yükselen davul sesleriyle mevzilere ilerledik. Oklar, baltalar vızıldayarak kulaklarımızın dibinden geçip gidiyordu. Çürümüş, bozulmuş çarpık yüzler ve bedenler bir bir geçip gidiyor, düşüyor, kılıçlarımızı kara kanlarıyla yıkıyorlardı ve onlarınkileri de bizim kızıl kanımızla. Toprak adeta kusuyordu onları, birini silahımızdan silkeleyip düşürdüğümüzde yerine ikişer üçer tane geliyordu. Gece olması bize zarar sağlamıyordu; ama etrafı saran karanlık yapaydı, ölüydü. Tenlerimize değdiğinde ruhlarımız soğuyordu. Vadinin çok daha geriside, göremediğimiz kadar uzağında yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu hepimiz fark etmiştik. Bu, sıradan bir savaş değildi. Sadece bizi ilgilendiren, sadece bizim çarpıştığımız bir şey değildi.

Tüm bu kargaşa içinde babamı gördüm bir an, döndü yavaşça sallanarak. Kılıcından cansız bir beden düştü ayakları dibine ve göğsüne saplı bir kılıç parıldadı ay ışığında. Onun diz çöküşünü görürken koştuğumu hatırlıyorum, hayal meyal bana yönelen kim olduysa çarpık bedenlerinden ayırdım kafalarını. En azından öyle olduğunu sanıyorum. Sabahın soluk ışıklarında saatler kala savaş meydanında kaybettik babamı. Onu öldüren; yaralı olmasına rağmen devam etmesine neden olan gururu muydu yoksa halkına olan sevgisi miydi, bilmiyorum.

Annemin cılız yumrukları zırhlarımızın göğsüne dövmüştü isyan edercesine. Kardeşlerim suskundu, halkımız korkuyordu. Daha şimdiden birçok kadın eşlerini kaybetmişti. Ne savaşçılarımız ne de yaşlılarımız böylesi bir musibetle karşı karşıya kalmamışlardır. Şafak sökerken bitkindim, yaralarım sızlıyor, kaslarım ağrıyordu. Ölülerin alevleri doğan güneşten daha fazla aydınlatıyordu.

Üç büyük varis, Megilas, Sul ve ben, komutanlar ve yaşlılarla bir araya geldik. Oturduğum yerde ardıma yaslanmıştım, gözlerim bakıyor ama görmüyordu. Planlar, fikirler, otoriteler savaş meydanında uçuşan baltalar ve oklar gibi kulaklarımın etrafında vızıldayıp durdu. Zihnimde ise babamın sözleri yankılanıyor, sezgilerim karanlık ıslıklar çalıyordu.


"Ayrılıyoruz."
"Ne?"
"Bunu yapamayız, burası evimiz!"
"Bu kararı verecek durumda değilsin, daha bir çocuksun sen! Babasının kararlarına karşı çıkan bencil bir çocuk. Ne cüretle ne yapacağımızı söylemeye kalkarsın. Bu odada olman bile ailen için utanç!"
"Yeter! Burası hepimizin toprağı, hepimizin evi. Kardeşimle böyle konuşmak hiçbirinizin haddi değil."
"Evimizi daha fazla savunacak durumda değiliz. Çok fazla adam kaybettik, düşmanımız ise giderek çoğalmaya devam ediyor. En mantıklı hareket güneye doğru çekilmek, bu tarafa doğru."

Haritada işaret ettiğim bölge, uzak kuzenlerimize aitti. Yaşlılar bu fikri onaylamadılar. Onlara göre burası kökleriydi, burada kalınmalıydı. Tanrılar, dinler ve tarihimiz üzerine şiddetli, histerik söylevlere geçtiklerinde ise biz çoktan kararımızı vermiştik. Kılıçlar savrulup yaylar gerilirken, gelmekte olanın varlığını karanlığını hissedenler bizlerdik.

Kadınlar, çocuklar, yaşlı ve yaralılar, Sul'ın önderliğinde dağdaki yeraltı geçitlerinden güneye ilerleyecekti. Kalmayı seçenlerle, onlara zaman kazandırmak için son bir savunma yapılacaktı. Bu planın uygulamaya en kısa sürede geçmesi gerekiyordu. Sadece taşıyabilecekleri kadar erzak aldılar yanlarına, kimileri yedek giysi alma ya da ölen yakınına veda etme şansı bile bulamamıştı. Megilas ve ben, kalmakta ısrar eden erkek kardeşlerimizi gitmeye ikna edemedik. Nia'nın yalvaran gözleriyle sadece Lireon gitmeyi kabul etti, o da yaralı olduğu için. Faydasının dokunmayacağını bilmek ona içten içe acı veriyordu.

Geriye kalanlarla ne kadar süre dayandık hatırlamıyorum, şafaklar duman yüzünden kararmış, sayımız azalmıştı. Bazılarımız çok ağır yaralıydı. İyileşmeyeceklerdi, acılarını dindirmek için onları kendi ellerimizle öldürmek zorunda kaldık. Belki de en çok ağırımıza giden bu olmuştu. Gördüklerimiz, karşılaştıklarımız ve duyduğumuz şeyler yüzünden kendimizden şüphe etmeye başlamıştık. Bir birimize telkinler veriyor, aklımızı kaçırmamaya çalışıyorduk.

Yurdum, şimdilerde çatlamış kurak toprakların uzandığı bir hiçlik. Uzun zaman önceydi orada olup bitenler. Sağ kurtulup güneye vardığımızda sadece beş kişiydik ve neler olduğunu anlatmak için dört yöne dağıldık. İnanlar oldu, inanmayanlar olduğu gibi. Çok daha fazlası geliyordu, uğursuz savaşın dehşeti kapıdaydı ve hatırlayanlar… hayatta kalmayı başaracak olanlar bunun ufak bir başlangıç olduğunu çok geçmeden öğrenecekti.

Irkların, krallıkların, düşmanların birleştiğini; ergen yaşındaki çocuktan, tarladaki işçiye, rahat tahtındaki kraliçesine kadar eli tutan herkesin kılıç kuşandığını gördüm. Diğer halklardan uzak duran türlerin kendilerini göstermelerine şahit oldum. Savaşmak için kabilelerini, yeminlerini terk eden Ateş Cadıları oldu. Güneş’in Kızları diye çağırırdı yaşlılar onları. Kibirli ve gururluydular, tarafsız kalmayı seçerek İsimsiz Olanlar’ın yok oluşundan itibaren hiçbir dünyevi mücadeleye katılmamışlardı. Hayatta kalsalar bile kendi türleri tarafından sürgün edileceklerini bilerek gelmişlerdi. Çoğu bu savaşta öldü ve savaş devam ederken, birçoğu daha ölmeye devam edecek. Şimdiden bazı kabilelerin hatta ırkların tamamen yok olduğuna dair söylentiler var. Günlerdir ne şafak ne de gökyüzünde bir ışık gördük. Her şey, her yer karanlık. Yanık etin kokusu artık ciğerlerimizi boğmuyor. Hiç dinmeksizin devam eden acı dolu bağırış ve çığlıkları kulaklarımızı tırmalamıyor. Bir asker yere düşüp öldüğünde, bir ok ya da bıçak bacağınıza saplandığında orda olması ve ya olmaması hiçbir şey ifade etmiyor.

Hiçbir şey ifade etmiyor.

Hiç... bir... şey...

Burada, böylece yatabilirim. Kanla çürümüş toprakta, düşün askerlerin yanında.

Zırhım ağır geliyor... göğsümü eziyor... nefes alamıyorum...

Yatabilirim... nefes almaksızın...

Onlarla birlikte yakılabilirim... ölen kardeşlerimin yanında olabilirim...

Ölen... kardeşlerim...

...

Hayır.
Gri gözlerini tekrar araladığında gördüğü tek şey dumanla kaplı gökyüzüydü. Kara duman güneşi boğmuştu, yıldızları silmiş, ayı esir almıştı. Üstüne yığılmış çarpık cesedi ittirip doğrulurken eski ve yeni yaraları çığlıklar atıyordu. Kılıcına yüklendi, ayağa kalktı, üzerine gelmekte olan yaratığım ayağı balçıklaşmış zeminde şıpırdıyordu. Bekledi... bekledi... bekledi... kabzasını sıkıca kavradığı kılıcı tüm bedeniyle savurup yaratığı ikiye böldü. Sırtını dikleştirdi, elf gözleri hâlâ direnen dostlarını teker teker seçebiliyordu. Dudaklarının kenarı kıvrıldı hafifçe, bir çuval gibi yere serilip ölmeyi beklemeyecekti. Kılıcını tekrar savurdu, sekmesine neden olan bacağına rağmen kılıcını tekrar tekrar savurdu, ilerledi, savurdu, ilerledi ta ki şafağı tekrar görene dek.


Kara Şafak Günceleri, Kayıp Tarih

No comments:

Post a Comment