9.9.09

Prologue: Blue Valentine


Yozlaşmışlık. Her yerde, her anda, her hareketlerinde var. Kanlarının ve ruhlarının bir parçası olmuş. Hayatları, işleri, arabaları, uğruna yıllarca didindikleri her şey yozlaşmış bir kavramdan başka hiçbir şey değil. Şehirler, insanlar... Din, politika, sanat... Hepsi yozlaşmış.

Onları izledik, onları yönettiktik, onlarla beslendik. Kendi yozlaşmışlığımızı kurallar, kanunlar, bölgeler ve avlarla dizginlemeye çalıştık. Varlığımızı hurafeler ve masallar ardına gizleyerek, gözleri önüne bir illüzyon perdesi çektik. Kanunlarımız basitti; gizlen, beslen, avını yok et, kendi türüne saldırma ve diğer türlerden uzak dur. Birçoğumuz yeryüzünün karanlık tanrıları olduğumuzu iddia ettiler, onlara göre varlığımız açıklanmalı ve zayıf türler tarafından saygı görmeliydik. Deneyenlerin hepsi yok edildi, çoğunlukla da aşağıladıkları zayıf türler tarafından. Elbette, kimse yardım almadıklarını iddia edemezdi.

20. yy.ın sonlarına doğru türümüzün birçok genç ve tecrübesiz üyesi ayaklanmaya ve gizli toplantılara başladılar. Bu toplantılar "Ölüm Çukuru" adını verdikleri yasak dövüşlerden oluşuyordu. Böylece kendi türüne karşı gücünü sınayabiliyor, ödül olarak da rakibini kurutabiliyordu. Yaşlılar ilk başlarda bu basit oyuna göz yumdular. Kanunlar sayesinde hâlâ geceleri yürüyebiliyor olan daha eski ve deneyimli bizlerin böylesi saçma bir oyunla vakit harcamayacaklarının bilincindeydiler. Elbette, birkaç istisna çıkmamış değildi. Çıtayı ve şiddetti arttıran bu istisnanın daha önce de bunlara benzer birçok davranışı olmuştu. Tehlikeli, vahşi ve alaycı hali; türünü bile tedirgin edip ününün ondan önce gitmesine yetmişti. Yaşlıların ya da konseyin ona söz geçirmesine imkân yoktu. Onlardan en fazla yüz yıl kadar ya genç ya da daha yaşlıydı. Onun gibiler sadece tek bir kişinin sözünü dinlerdi: kendi yaratıcısı.

Öte yandan dişlerini kendi türüne geçirip onları kurutan birinden daha büyük sorunları vardı. Gençler avlarını ya da kendilerini saklama gereği duymuyorlardı. Ulu orta terör estirip kendi çıkarları için nereden geldiklerini yok sayıyorlardı. Bencillik ve açlıklarındaki bu doyumsuzluk, ölü bedenlerini yok edecek zaaflara her an yeni bir tanesini ekliyordu. Onların yaşındaki halimize göre fazlasıyla vasat ve yeteneksiz oluşları bizim türümüzün de tamiri imkânsız bir yozlaşmışlığın kucağında olduğunun güçlü bir işaretiydi.

Tüm bu beceriksiz ve zayıf neslin türemesi sonucunda, insanlar ve onlara yakın türler tarafından kurulan sözde avcı birlikleri giderek artmıştı. Söylentilere göre neslin bu kadar çürümesini hakaret olarak kabul eden bazı yaşlılar gizli olarak bu insan gruplarına yardım ediyor, onlara zaaflarımızı fısıldıyorlardı.

Konsey huzursuzdu, doğal olarak. Eğer olsaydı ruhları titrerdi. Olup bitenler kontrollerinden çıkıyordu. Gençler, bir zamanların basit ve aptal piyonları; şimdinin basit ve aptal ve ne yapacakları kestirilemez asilerine dönüşüyorlardı. Çocuk yapmak için izin almayı reddediyor ve kendi vasat ordularını kuruyorlardı. Ezelden beri uyulan kanunların, varlığımızı her daim koruduğu bariz bir gerçekken ölü yaşamlarımız bu zavallı ve değersiz aptallar yüzünden tehlikedeydi. Birilerinin bu yeni yetmelere kanunu ve ne işe yaradığını göstermesi gerekiyordu. Olmayan ruhlarına korku salması ve boyun eğmeyi öğretmesi, hayatta kalmaya dair her şeyi kemiklerine kazıması lazımdı.

Konsey yapması gerekeni yaptı. Bozulmuş döngüde, kanunu yerine oturtacak ve kalanları bir araya getirebilecek olanı çağırmaları tek şansları olmaya başlamıştı. Onların varlıklarını yüzyıllar boyu reddettiler, tıpkı kendi ataları ve onların da ataları gibi. Onların -kendi türleri tarafından- avlanmasına seslerini çıkarmadılar, inzivaya çekilip sessizce uyumalarına ya da ellerine imkân geçtiğinde Onları kendi tabutlarında çivilemekten geri durmadılar. Ölümlülerin gözlerini kendilerine dair masallarla boyadıkları gibi, Onları da kendi türleri için bir masala çevirdiler.

Yaşayan ya da yaşamayan, bizlerden, onlardan ya da diğer türlerden gelen kehanetler her birimizin nasıl yok olacağını fısıldıyordu. Varlığımızı; sonu gelmeyen üreyişimiz tehdit etmekle kalmıyor var olan düzeni, zinciri ve her ne kadar bilinmese de doğayı aşağılıyor, kirletiyor ve kızdırıyordu. Oysa her tür ve her birey bu döngünün birer parçasıydı. Şimdi birileri baskın gelmeye çalışıyordu. Atalarımın ve onların atalarının geceleri yeryüzüne hâkim olmasını sağlayan Nesil Yasası, son çocuklarını kucaklamaya hazırlanırken kâhinler korkudan ölüyordu. Zira yüz yıllardır, olan ve olacak her şeyi ince ince işleyip gizlemek görevleriydi, ta ki içlerinden bazıları tarafsız kalmayı reddedip zaten soyumun bildiği gerçekleri açıklayana dek. Şimdi kendileriyle birlikte birçok türün korkudan ölmesine neden olmaya başladılar. Bizim, sözde yaşlılar konseyi de payına düşeni almak da gecikmedi.

Ve şimdi, tüm bu olup bitenlerden sonra en büyük korkuları gölgelerden yaklaşıp üzerlerine atlamasın, otoriteleri ve zayıf güçleri sorgulanmasın, emirleri yerine getirilip yeni nesil ıslah edilebilsin diye... Uyandırıldım. Varlığımı reddeden, yozlaşmış, ölümsüz bedenleriyle küstahlık taslayan bir konsey tarafından... Uyandırıldım.

***

Gece, şehrin göbeğinde, saat kulesinden aşağıyı süzerken açlığım rahatsızlık veriyor. Yağmurun, hissedemediğim soğuk damlaları tenime düşerken tadı, kokusu ve hatta yağmurun kendinin bile değişmiş olması benim için zor bir yüzyılın başlangıcı olacağına işaret. Beslenme alışkanlıklarım türüm için her zaman fazla seçici olmuştu. Yaşıtlarım bakireleri ya da bebekleri baş tacı yaparken, benim için onlar vasat birer aperatif olmaktan ileri gitmemişti.

Kalan son varisimin kokusunu şehrin öbür ucundan alabiliyorum. Soğuk, vahşi ve acımasız zekâsının kıvrımları yine kendi türünün boğazını parçalayacak oyunlar içinde oyunlar üretmiş. Kana susamış hoşnutluğunu buradan sezebiliyorum. Bir yeni doğanı kıskandıracak heyecanı yılların üst üste bindirdiği deneyimlerle daha da tehlikeli bir hal almış. Ölü bedeni, uyanışımı hissetmesine karşın o, değişikliğin farkına yeni yeni varıyor.

Gece uzun... uzun ve alıştıklarımdan farklı. Hislerim, hiç uyanmamış olmam gerektiğini fısıldasa da artık çok geç. Buluşma vakti geldi... ve açlığım, o da dindirilmeli.

No comments:

Post a Comment