19.12.09

Hıçkıran Adam'ın Hikâyesi


Yazarın giriş notu:

Hıçkıran bir adamla ilgili,
hıçkırıklı bir hikâye
hıçkırdım.

~*~

Vakti zamanında bir adam varmış. İyi niyetlimi kötü niyetlimi bilinmez ama kendi halinde arkadaşları olan kendi halinde bir adammış. Birgün hıçkırık tutmuş bu adamı. Bütün bir sabah ve öğleden sonrayı hıçkırarak geçirmiş. Su içmiş, hıçkırık boğulmamış. Nefesini tutmuş, kızarmış, morarmış ama hıçkırık bana mısın dememiş. Amuda kalkmış, başı dönmüş boynunu kırıyormuş az daha! Hıçkırık düşüp gitmemiş. Birileri karanlığın gölgesinde saklanıp aniden sıçrayıp korkutmuş hıçkırık tutan adamı, "hıçk!" demiş adam, sonra durmuş bakmış gerisi yok, sevinmiş. Sevinmiş hıçkırıklar durdu diye. Derken bir hıçkırık patlayıvermiş gümbürtüyle sıkıştığı yerden, hıçkıran adam tekrar başlamış hıçkırığa.

Bütün bir hafta hıçkırmış. Bütün bir ay... yıl, sonraki yıl ve ondan sonraki yıl; işte, evde, berberde, sokakta, yatakta, sofrada, haftasonu arkadaşlarıyla balıkta, hıçkırmış durmuş hıçk hıçk. O hıçkırmış, arkadaşları "çok yaşa!" demiş, o hıçkırmış yabancılar "çok yaşa!" demiş ve o hıçkırdıkça hıçk hıçk insanlar "çok yaşa!" demeye devam etmiş. Bir insanın alabileceğinden çok ama çok daha fazla "çok yaşa!"sı olmuş adamın. Sonra o kadar "çok yaşa!" birikmiş ki cebinde, hanesinde, taşmış dağılmış her yana. Başkalarına değmişler ucundan kıyısından hiç hissettirmeden ve adam tekrar hıçkırmış ve tekrar demişler "çok yaşa!" ve adam çok, çok, çok yaşamış ona "çok yaşa!" diyenlerle çünkü "çok yaşa!"ları cebinden yuvarlanıp insanlara değmiş, hayvanlara değmiş, toprağa ve küçük kasabaya değmiş ve hepsi çok çok çok yaşamışlar, Hıçkıran Adam'ın "hıçk!"ları ve "çok yaşa!"larıyla birlikte.

~*~

Yazarın bitiş notu:

Hıçk!

14.12.09

e-book


Çok büyük bir şey değil. Muhtemelen gelecek bir öyküye ait birkaç düşünce notu, o kadar. Yaygınlaşmakta olan "e-book" kavramı üzerine tedirgin iki paragraf ve bu arada, büyük üstad Ray Bradbury'i selamlıyorum, daha mavi önlüklü bir veletken kendileri birer kitap olan insanlarla aklımı başımdan almıştı.

***

Yıl 2037. Yıllar yok olmayacaktı önce alınan bir kararla, kitap baskıları durdurulmuştu. Artık insanlar "e-book" denilen bir sistemle ulaşıyorlardı kitaplarına. Birçok yayın evi de destekliyordu bu oluşumu. Artık ormanlar yok olmayacaktı, sözcük dolu sayfalar için. Yeni basılmış bir kitabın mürekkep kokusu, ikinci hamur kâğıdın kokusu ya da eskimiş bir kitabın sararmış sayfalarındaki mazi kokusu olmayacaktı.

Önce raflarda terk edildi kitaplar, antika gözüyle bakılmaya başladı ya da birkaç değersiz kâğıt yığını olarak. Kimileri büyük öbekler halinde geri dönüşüm için toprağa gömüldü, çürüyüp parçalandılar.

Sadece bir grup romantik taraftar, kimilerine göre geri kafalı bağnazlar, kitaplarından vazgeçmeyi kabul etmiyordu. Tüm gelirlerini kapanmak, yıkılmak üzere olan kitapçılardaki kitapları almaya harcıyor gelişen teknolojinin bu yaptığını cinayet sayıyorlardı.

...

6.12.09

Teneke Adam'ın Hikâyesi / Tin Man's Story -I-

Teneke Adam Mezarlığı / Tomb of a Tin Man

İçine işleyen bir sesti. Garip, tahta bir kutu içinde kırmızı, komik elbiseli bir adam kızağa binmişti. Önünde sıralanmış kızağı çeken kırmızı burunlu geyikler. Şöminenin tuğla oyuğunu yalayıp geçen alevlerinde parlayan kırmızı, şişkin burunlar. Ateşin etrafına yayılmış insanlar canlı birer gölgeden ibaret ve seslerindeki sıcaklık tınılarla vurgulanırken sözcüklerin anlamları ulaşmıyor.
Kapıdan gelen tok bir sesle, hareketleniyor gölgeler. Bir el, uzanıp da kutuyu kapatınca kesiliverir içe işleyen o ses ve bir çift kahverengi göz huzursuz, aralanır karanlıkta.

Zihnindeki anı kırıntılarından pek fazla şey kalmamıştır. Titreyerek bacaklarını daha fazla çekerken göğsüne o küçücük bedeni ufak bir kedi yavrusu gibidir. Gözlerini yumar tekrar, anlamını uzun süre önce yitirdiği o tuhaf ama sıcak rüyaya geri dönmek için. Nafile. Zamanını asla bilemediği, bilmeye fırsatı olmadığı süreler boyunca kaldığı bu küçük, soğuk hücrede uyumuş, uyanmış ve uyumuştur tekrar ve tekrar.
Karanlık koridorda yankılanan tıkırtılar uyandırır bazen onu. Parmak uçlarında bile yetişemediği, o küçüçük parmaklı kapaktan görür onları; loş, yanıp sönen ışıklarla gıcırdayarak yürüyen teneke adamlar. Yüzlerinin olması gereken yerde anlam veremediği dairesel, çıkıntılı, sarı, bronz ve çoğunlula paslı çarkları görür. Döner durur, durmadan işler o çarklar. Bir süre sonra, her tıkırtı için ayaklanmaktan vazgeçmiştir bile.

Kıvrılıp olduğu yerde, kulağına takılan bir gıcırtı sesiyle aralar gözlerini yine her zaman ki karanlığa. O gıcırtı, o yağ kokusu ve beraberinde gelen o tik tak sesleri. Bildiği ve hatırladığı yegane şeyler olmuştur artık. Bir rutindir bu, teneke adam gelir gıcırdayarak, ayaklarını süre süre, kafasının hemen üstündeki şapkada bir ışık yanıverir beraberinde kapak açılır. Böylece içeri bir tas tatsız yemek ve amacı susuzluğu geçirmekten çok uzak bir sıvı kayar tıngırtıyla.
Parlayınca o ışık aniden, gözleri kısılır bir köstebek gibi. Seğirir tüm vücudu, kapıya ya da duvara çarpmış olarak bulur kendini. Morluklar, çürükler mesken bellerler sıskacık vücudu. Gözlerini kısıp körlemesine bir yerlere çarpmadan önce, kısa bir an hücresni görür. Dördüncü adımın hiç gelemediği o hücresini, deliğini, evini. Sadece taş ve samanlardan oluşan inini. Geçmişine dair her şeyi yutup almış karanlık ve soğuk ini.



5.12.09

Project: "Masks of Seasons"


"Çok, çok uzun zaman önceydi," dedi yaşlı adam, "mevsimlerin isimlendirişinden, masalların söze dökülüşünden, ateşin saf demirle işleyişinden önceydi.

Sözleri zehir gibiydi onların, dilleri hançer, yüzleri maske birer. Büyülü güzellikleri ile baş döndürüp göz bağlarlardı. Niceleri düştü, düştüğünü fark etmeden onların kucağına, hâlâ gezerler halsiz ruhsuz varamadan bile farkına," soluklandı yorgunca. Gözleri dalıp giderken buruk bir neşeyle garip bir mısra mırıldandı, "Şairlere verilen ilhamın bedeli zavallıcığın boynu, şövalyeye vaat edilen kılıç bir krallığın sonu," ardından huzursuz, histerik bir kıkırtıyla sarsıldı.

Nefes alışı yeniden düzenli bir hale geldiğinde puslu gözlerindeki kör dalgınlıkla sözcükleri birer birer dudaklarından düşürmeye devam etti, "Öte diyarın efendileri kibirleriyle hor görüp onurlandırmayınca kızıl alevlerde dövülüp duran demiri, saf bir yüreğe bürünmüş demir, varolmuş insan soyundan yana.
Alevden çıkan demirle ilk silahını kavrayınca insan, zayıflar karanlığa olan korkuları. İnsanlığın arasından uzaklaşır bu diyara ait olmayan sakinler, ormanların derinliklerine süzülür, karanlığın en ucra köşesine çekilirler.

Zaman kum taneleri ve tik taklarıyla ilerledi durdu, vakit geçip gitmeye devam ederken gerçekler efsanalere döndü, efseneler masallara. Öyle masallardı ki bunlar, çocuklara kabus olurlardı; ama unutuldular. İnsanlar tarafından unutuldular ve böylece yeni fırsatlar verildi ellerine," başını salladı yüzüne yayılan doğal olmayan bir tebessümle ve sesini alçartarak, fısıldadı boşluğa, "bazen karanlık çökünce hâlâ üşüşürler dört bir yana ve korkuları için, bizden olanları kaçırırlar. Kundaktaki bebekleri, küçük çocukları, hâlâ karanlıktan korkan birilerini..."

***

Sidereal ve benim, Changeling: The Lost evrenine ait oyunumuzun öyküye çevrilmiş hali için kısa bir giriş okudunuz. Öykünün kendisi için buradan buyurun.

24.10.09

peçetelere dair


Yolculuk telaşıyla koşuştururken, vakti zamanında çantalarımdan birini kendine sığınak bellemiş bir peçete parçasıyla karşılaştım. Antik bir kehanette bulunuyor kendisi;


"...ve yerle gök birleştiğinde yıldızlar topraklarınızı yakacak,
güneş solup da ay, ak lavlar halinde ruhlarınıza dokunduğunda
eskilerin ölü bedenleri uyanacak beyaz adamın çığlıklarıyla."


17.10.09

Prologue: Parisa Valdis


Yağmur yağıyor.

Uyandığımdan beri, kanlı bu kemikleri dağıtıp duruyorum. Dağıtıyor, topluyor ve tekrar dağıtıyorum. Hep... hep aynı şekil, aynı yer.

Yağmur yağıyor.

Ufak, küçük, kanla lekelenmiş kemik parçalarının ahşap zemindeki tıkırtısı yağmurun sesinde boğulup gidiyor.

Yakında... yakında, bizi aramaya başlayacak, bizi bulacak. Yakında, her şey değişecek.

Yağmur... yağıyor.

10.10.09

Ay Yüzlü


***

Başını hevesle 'evet' dercesine salladı kütüphaneci. Cildin siyah taraflı kapağını açtı, sanki un ufak olacaklarmışçasına yavaşça ve dikkatle çevirdi sayfaları.
"Ah, işte burada," gözlüğünü düzeltti, "evet, diyor ki... Marames Suh'et... burada... hmm... burada yazdığına göre Ay Yüzlüler -ki bunlar sizin aradığınız varlıklar- ölü bir tanrının suretinden doğmuşlar. Marames Suh'etlerin yani Ay Yüzlülerin gözleri ve kalpleri yokmuş. Doğdukları ölü tanrının özünden dolayı lanetlenmişler ve gözleri ile kalplerini ayrılıp gittikleri kabuklarında bırakmışlar. Eminim ki bu 'kabuk' kelimesi daha farklı izah edilebilirdi, yine de... hmm... Ayrıca konuşmazlarmış ya da yaşayanların duyacağı şekilde. Yüzyıllar boyunca gün battığında yeryüzünde yürümüşler ve geceye hükmetmişler. Her gün doğumunda ölür ve her gün batımında yeniden dirilirler. Sayıları asla bilinmemiş... hmm... kimileri onları tanrı olarak kabul etmiş kimileri de gerçek tanrı dirilene kadar onu koruduklarına inanmış. Uygarlıklar ve ırklar onları farklı adlarla anmış, tapmış ve kurban vermiş... Hmm... mmm... ilginç... ilginç, evet, verilen kurbanlar genellikle şafak vakti doğanlar olmuş. Bazen gün içinde doğanlar da ancak gece doğanların hiçbiri kurban verilmemiş. Bunun açık açık burada yazıyor olması ilginç, öyle değil mi?"

Yaşlı adam sırıtarak bordoluya baktı, ancak kukuletanın ardından yüzü pek görünmeyen bu figürün yorumlarla ilgilenmediği çok açıktı. Kütüphaneci tereddütle kitabın sayfalarına geri döndü. Birkaç bölümü mırıldanarak okuduktan sonra çevirmeye devam etti, "burada yazdığına göre yeryüzünde nefes alanların -ki bunlar bizler oluyoruz- kendilerini -yani Ay Yüzlüleri- hatırlamayı unutmasından yüzlerce yıl önce karalardan ve denizlerden çekilmişler. Nedeni bilinmiyor. Ancak geri dönüşlerine dair birçok efsane oluşmuş ve bir sürü de kehanet var... Hepsi ortak bir noktada birleşiyor; günün geceye döndüğü vakit, Ece'nin altın tacının solacağı ve muhafızların yeryüzünde yeniden yürüyeceklerinde. Altın taçlı bir kraliçeden bahsediyor olmalı, belki de doğu ülkelerinden birinin hükümdarıdır, kadın bir hükümdar. Oh, dur bir dakika bauda dediğine göre Marames Suh'et'i zayıflatacak tek bir şey varmış zira ölmesi imkânsızmış, neyse onu zayıflatan tek şeyin Güneş Işığı olduğu yazıyor," yaşlı adam sayfanın sonuna doğru parmaklarıyla satırları incelerken bir paragraf üzerinde şöyle bir bocaladı. Parmağıyla bir iki kez 'tap tap' diye vurduktan sonra birkaç sayfa geri döndü.
"Hah, şimdi anladım. Burayı az önce çıkaramamıştım. Bak, farklı kültürlerde, uygarlıklarda ve ırklarda farklı adlarla anılmış. Buradaki isimler tüm o dillere ait o yüzden anlamamıştım. Sana ancak birkaç tanesini çevirebilirim çünkü hepsini bildiğimden emin değilim. Ancak şöyle diyor; Onlara Ay Yüzlüler dendi, Gece'nin Muhafızları, Ölü Bekleyenler, Kalbi Olmayanlar, Gümüş Prensler; ama onları bir isimle daha andılar. Tüm dillerdeki karşılığıyla onları en iyi ifade eden isimle ve her gece onlara taptılar; Güneş Yiyenler'e."


---

Not: Hâlâ taslaktır kendisi zira yazana da pek bir sönük, silik gelmiştir. Düşünmektedir üzerine.

17.9.09

Prologue: Violet N'Mare / Violet Nightmare


Geceler güneşin batışıyla şehre çullandığında uyuyor olmayı ölümlüyken bile gereğinden sıkıcı bulmuş olan beni avutan tek şey, kanı şans eseri bozuk olmayacak birkaç rakibe denk gelme olanağıydı. Eğlencelerim artık keyif vermiyordu, çürümüşlük için türümün adeta kendi damalarına nasılda kustuğunu izliyordum. Yozlaşmış, çürümüş, bitmiş bir toplum.

Yeni doğanların ya da henüz bir iki asırlık olanların güç gösterileri sinek vızıltıları gibiydi. Her köşede bir tanesine rastlamak mümkünken aldıkları cezalarda bir o kadar yumuşaktı. Zavallıcıklar üstünlüklerini taslamak için gizli işler çevirirken, kulağıma çalınan iştah kabartıcı bir dedikoduyu görmezden gelemedim. Bulduklarım pek umduğum gibi olmasa da, O'nun yokluğundan doğan amaçsızlığımın beni daha fazla boğmasını engelleyecek yegâne eğlencem olu verdi bu küçük, dipsiz, kan ve külle sıvanmış Ölüm Çukuru. Türüm kendini avlatmak için yırtınırken, onları parçalıyor ya da kurutuyor oluşuma kim karşı çıkabilir?

Konsey? Hıh, bir grup pörsümüş yürüyen ceset. Ah, hayır. Konsey, kesinlikle benim konseyim değil ve başta onlar varken, ne kanunlar ne de cezalar caydırabilir beni eğlencelerimden. Hareketlerim onları endişelendiriyor, yaptıklarımın sonuçları dehşete düşüyorlar, rahatsızlıklarının ve korkularının kokusunu alabiliyorum. Buradan, bu kafesten... Ölüm Çukuru' nun locasından. Oysa ben hâlâ çok çabuk dehşete düştükleri kanısındayım, henüz hiç bir şey yapmadım üstelik. Eğlenmek için yapmayacağım şey yok. Ah, düzeltiyorum; eğlenmek için yapmayacağım tek bir şey var: o da yeni bir yetme yaratmak.

Avlanmak, avıma dişlerimi geçirmek ve kanın tadını hissetmek anlık bir zevk olalı uzun yıllar geçti. Rakibimin kızıl özü beni güçlendirip adımı daha korkulu fısıltılarla anılmasına sebep olsa da insan sıcaklığı burada olmak için ihtiyaç duyduğum bir başka şey. İşte, o zaman ufak tefek oyunlarım başlıyor. Nabızları arttıkça ve korkuları ölümlü bedenlerini sardıkça tatları daha enfes oluyor. Arka sokaklarda tüneyip, üstlerine atlamak, saldırarak avlamak benim için fazla basit, vasat ve zevksiz, öte yandan aptal cesetlerinden kurtulmaya çalışmak ise daha sıkıcı.

Birçoğunun aksine, güneşin tenime değmesindeki en büyük etkisi onu esmerleştirmesi bu yüzden Londra'yı seviyorum. Londra'yı ve onun puslu, yağmur kokan havasını, gri günlerini. Fazla olmasa da gölgemle birlikte yürüyebiliyor olmak soyuma has bir üstünlük. Bilinmesi saygı kazandırabilir ve beraberinde düşmanlık da. Yine de tehlikeye atmaya değmez, özellikle de çağrılmadan önce. Ayrıca esmer ten kesinlikle saçımla iyi gitmiyor.

***

Değersiz varlıkları ve kanlarıyla Ölüm Çukuru'nun sıvamak için geliyorlar. Genç, tecrübesiz ve heyecanlılar. Tipik ergenler gibi. Hangisi daha eğlenceli karar veremiyorum. Önce bir birlerini öldürmelerini ve bunu başarı sanmaları mı? Yoksa gözlerimin içine baktıklarından yavaşça, acı çekerek küle dönüşeceklerini anladıkları an yüzlerinin aldığı şekil mi?

Onlar kendileri kadar acınası rakiplerinin suratlarını dağıtıp bölgelerini işaretlemeye yeltensinler. Adım, Ölüm Çukuru için yankılanmadan önce belirsiz bir canlılığın damalarıma doluşunu seziyorum. Havadaki değişiklik pusu ve yağmuru bıçak gibi yarıyor. Köklerim, yaşam kaynağım yenilenmiş sanki yüzyıllar sonra yeniden doğmuşum gibi her zamankinden güçlü ve vahşi hissediyorum. Zihnim asırlardır olmadığı kadar berrak ve yeni yetme rakibime yapacağım zalim işkencelerle dolu.

Adımı söylüyorlar, dizlerini titreten adımı. Nefes alıyor olsalardı, onu tuttukları için boğulurlardı. Kafesin kapısı benim için açılıyor, bu gece her zamankinden daha sabırsızım. Haydi, oyun başlasın.

---

Elwnyx ile beraber hazırlanmıştır.

Prologue: Jareth King / Mister J.


...dance magic, dance...
dance magic, dance...

Saat kulesinin on ikiye yaklaşan kollarını yağmurlu ve puslu geceye rağmen görmek mümkün. Bir asilzadeymiş gibi burun kıvırarak bakıyor ruhu kirlenmiş Londra'ya. Hatırlarımda, gençliğimde paha biçilmez bir yerdi burası. Genç hanım arkadaşlar edinmek için hoş partiler yapılırdı sık sık.

Yaşıtlarımla oturup böyle partilerden ve eski günlerden söz etmek ya da şimdinin rezilliklerine dem vurmak ruhumu sıkıyor artık. Yani eğer olsaydı, muhtemelen sıkardı. Konseyin canı da sıkkın, belli. Kontrolleri ve güçleri yeni doğanlara karşı bir anlam ifade etmiyor. Bu elbette bir anlam ifade etmiyor bana; ama yine de gece inmeden aldıkları karar... Ah, evet... Yaptıkları... Yapmış oldukları o şey kesinlikle beni yakından ilgilendiriyor. Sezgilerim damarlarımı gıdıklıyor adeta, benim kökenime ait olmasa bile, soydaşım, varlığın anlamsız uğraşların getirdiği eğlencemi bozacak gibi.

Her şey bir yana sanırım yaşıtlarımın sabrını taşıran son damla izinsiz yapılan çocuklar oldu. Onları Kirli Kan olarak adlandırdılar ve ölümlü avlarına, avcılık heveslerini gidermeleri için Kirli Kan dediklerinin sığınaklarını gösterdiler. Elbette bu başta... Biraz kendi türüne ihanetmiş gibi görünse de, sanırım yeni doğanların avlanmasına ön ayak olmak bizlerin yeni eğlencesi oldu. Öte yandan ben ölümlüleri hep sevmişimdir. İlginç yaratıklar, özellikle de bizi avlayabileceklerini düşündükleri zamanlar. Gerçi itiraf etmeliyim, yapay güneş ışıkları üretmek oldukça başarılı bir fikir yine de benim gibiler için en fazla birkaç ergenlik sivilcesinden başka işe yaramıyor.

...dance magic, dance...

***

Şunlara bir bakın; ölümlü avcılar... Herhangi bir şey var mı diye üstün teknoloji ürünü aletleriyle geceyi tarıyorlar. Ruhları hiçbir şeyin farkında değil, tıpkı aletleri gibi. Gece yeni başlıyor ve bu gün, gün batarken uyanan tek şey yeni yetme avları değildi, şüphesiz.

Asırlardır kendi türüm için bir masal olarak kabul edildim. Ben ve benim gibiler, bundan gerçekten hiç hoşlanmamıştık. Şimdi, gece yeni başlıyor ve fırtına kapıya dayanmak için birkaç yüzyıl gecikti...

9.9.09

Prologue: Blue Valentine


Yozlaşmışlık. Her yerde, her anda, her hareketlerinde var. Kanlarının ve ruhlarının bir parçası olmuş. Hayatları, işleri, arabaları, uğruna yıllarca didindikleri her şey yozlaşmış bir kavramdan başka hiçbir şey değil. Şehirler, insanlar... Din, politika, sanat... Hepsi yozlaşmış.

Onları izledik, onları yönettiktik, onlarla beslendik. Kendi yozlaşmışlığımızı kurallar, kanunlar, bölgeler ve avlarla dizginlemeye çalıştık. Varlığımızı hurafeler ve masallar ardına gizleyerek, gözleri önüne bir illüzyon perdesi çektik. Kanunlarımız basitti; gizlen, beslen, avını yok et, kendi türüne saldırma ve diğer türlerden uzak dur. Birçoğumuz yeryüzünün karanlık tanrıları olduğumuzu iddia ettiler, onlara göre varlığımız açıklanmalı ve zayıf türler tarafından saygı görmeliydik. Deneyenlerin hepsi yok edildi, çoğunlukla da aşağıladıkları zayıf türler tarafından. Elbette, kimse yardım almadıklarını iddia edemezdi.

20. yy.ın sonlarına doğru türümüzün birçok genç ve tecrübesiz üyesi ayaklanmaya ve gizli toplantılara başladılar. Bu toplantılar "Ölüm Çukuru" adını verdikleri yasak dövüşlerden oluşuyordu. Böylece kendi türüne karşı gücünü sınayabiliyor, ödül olarak da rakibini kurutabiliyordu. Yaşlılar ilk başlarda bu basit oyuna göz yumdular. Kanunlar sayesinde hâlâ geceleri yürüyebiliyor olan daha eski ve deneyimli bizlerin böylesi saçma bir oyunla vakit harcamayacaklarının bilincindeydiler. Elbette, birkaç istisna çıkmamış değildi. Çıtayı ve şiddetti arttıran bu istisnanın daha önce de bunlara benzer birçok davranışı olmuştu. Tehlikeli, vahşi ve alaycı hali; türünü bile tedirgin edip ününün ondan önce gitmesine yetmişti. Yaşlıların ya da konseyin ona söz geçirmesine imkân yoktu. Onlardan en fazla yüz yıl kadar ya genç ya da daha yaşlıydı. Onun gibiler sadece tek bir kişinin sözünü dinlerdi: kendi yaratıcısı.

Öte yandan dişlerini kendi türüne geçirip onları kurutan birinden daha büyük sorunları vardı. Gençler avlarını ya da kendilerini saklama gereği duymuyorlardı. Ulu orta terör estirip kendi çıkarları için nereden geldiklerini yok sayıyorlardı. Bencillik ve açlıklarındaki bu doyumsuzluk, ölü bedenlerini yok edecek zaaflara her an yeni bir tanesini ekliyordu. Onların yaşındaki halimize göre fazlasıyla vasat ve yeteneksiz oluşları bizim türümüzün de tamiri imkânsız bir yozlaşmışlığın kucağında olduğunun güçlü bir işaretiydi.

Tüm bu beceriksiz ve zayıf neslin türemesi sonucunda, insanlar ve onlara yakın türler tarafından kurulan sözde avcı birlikleri giderek artmıştı. Söylentilere göre neslin bu kadar çürümesini hakaret olarak kabul eden bazı yaşlılar gizli olarak bu insan gruplarına yardım ediyor, onlara zaaflarımızı fısıldıyorlardı.

Konsey huzursuzdu, doğal olarak. Eğer olsaydı ruhları titrerdi. Olup bitenler kontrollerinden çıkıyordu. Gençler, bir zamanların basit ve aptal piyonları; şimdinin basit ve aptal ve ne yapacakları kestirilemez asilerine dönüşüyorlardı. Çocuk yapmak için izin almayı reddediyor ve kendi vasat ordularını kuruyorlardı. Ezelden beri uyulan kanunların, varlığımızı her daim koruduğu bariz bir gerçekken ölü yaşamlarımız bu zavallı ve değersiz aptallar yüzünden tehlikedeydi. Birilerinin bu yeni yetmelere kanunu ve ne işe yaradığını göstermesi gerekiyordu. Olmayan ruhlarına korku salması ve boyun eğmeyi öğretmesi, hayatta kalmaya dair her şeyi kemiklerine kazıması lazımdı.

Konsey yapması gerekeni yaptı. Bozulmuş döngüde, kanunu yerine oturtacak ve kalanları bir araya getirebilecek olanı çağırmaları tek şansları olmaya başlamıştı. Onların varlıklarını yüzyıllar boyu reddettiler, tıpkı kendi ataları ve onların da ataları gibi. Onların -kendi türleri tarafından- avlanmasına seslerini çıkarmadılar, inzivaya çekilip sessizce uyumalarına ya da ellerine imkân geçtiğinde Onları kendi tabutlarında çivilemekten geri durmadılar. Ölümlülerin gözlerini kendilerine dair masallarla boyadıkları gibi, Onları da kendi türleri için bir masala çevirdiler.

Yaşayan ya da yaşamayan, bizlerden, onlardan ya da diğer türlerden gelen kehanetler her birimizin nasıl yok olacağını fısıldıyordu. Varlığımızı; sonu gelmeyen üreyişimiz tehdit etmekle kalmıyor var olan düzeni, zinciri ve her ne kadar bilinmese de doğayı aşağılıyor, kirletiyor ve kızdırıyordu. Oysa her tür ve her birey bu döngünün birer parçasıydı. Şimdi birileri baskın gelmeye çalışıyordu. Atalarımın ve onların atalarının geceleri yeryüzüne hâkim olmasını sağlayan Nesil Yasası, son çocuklarını kucaklamaya hazırlanırken kâhinler korkudan ölüyordu. Zira yüz yıllardır, olan ve olacak her şeyi ince ince işleyip gizlemek görevleriydi, ta ki içlerinden bazıları tarafsız kalmayı reddedip zaten soyumun bildiği gerçekleri açıklayana dek. Şimdi kendileriyle birlikte birçok türün korkudan ölmesine neden olmaya başladılar. Bizim, sözde yaşlılar konseyi de payına düşeni almak da gecikmedi.

Ve şimdi, tüm bu olup bitenlerden sonra en büyük korkuları gölgelerden yaklaşıp üzerlerine atlamasın, otoriteleri ve zayıf güçleri sorgulanmasın, emirleri yerine getirilip yeni nesil ıslah edilebilsin diye... Uyandırıldım. Varlığımı reddeden, yozlaşmış, ölümsüz bedenleriyle küstahlık taslayan bir konsey tarafından... Uyandırıldım.

***

Gece, şehrin göbeğinde, saat kulesinden aşağıyı süzerken açlığım rahatsızlık veriyor. Yağmurun, hissedemediğim soğuk damlaları tenime düşerken tadı, kokusu ve hatta yağmurun kendinin bile değişmiş olması benim için zor bir yüzyılın başlangıcı olacağına işaret. Beslenme alışkanlıklarım türüm için her zaman fazla seçici olmuştu. Yaşıtlarım bakireleri ya da bebekleri baş tacı yaparken, benim için onlar vasat birer aperatif olmaktan ileri gitmemişti.

Kalan son varisimin kokusunu şehrin öbür ucundan alabiliyorum. Soğuk, vahşi ve acımasız zekâsının kıvrımları yine kendi türünün boğazını parçalayacak oyunlar içinde oyunlar üretmiş. Kana susamış hoşnutluğunu buradan sezebiliyorum. Bir yeni doğanı kıskandıracak heyecanı yılların üst üste bindirdiği deneyimlerle daha da tehlikeli bir hal almış. Ölü bedeni, uyanışımı hissetmesine karşın o, değişikliğin farkına yeni yeni varıyor.

Gece uzun... uzun ve alıştıklarımdan farklı. Hislerim, hiç uyanmamış olmam gerektiğini fısıldasa da artık çok geç. Buluşma vakti geldi... ve açlığım, o da dindirilmeli.

4.2.09

Simyacı'nın Gelişi


Şehrin beş mil güneyinde ki bir balıkçı kasabası. Hava ılık. Sonbaharın kızıl-sarı dokunuşları ormanlık alanlarda hemen hemen kendini gösteriyordu. Şehirdeki istasyonlardan köylere ve kasabalara yolcu taşıyan at arabası kasabaya giden yol ayrımının başında durmuş ve içinden genç görünümlü, kutu gibi bir valizle formalı biri inmişti. Geri kalan yolu yürüyerek alacaktı. İki saatlik bir yürüyüşten sonra yazısı biraz hasar görmüş bir tabelada şöyle yazıyordu: "...Hood's Pay' a Hoş Geldiniz"

Ilık hava yürüyüşten sonra artık ona sıcak gelmeye başlamıştı. Valizini yere bıraktı, yeşil ceketini ve eldivenlerini çıkarıp katlayınca onları valizin üstüne koydu. Gözüne düşen rengi açılmış birkaç perçemi kulağının ardında kıvırıp cebinden çıkardığı bir tokayla saçlarını topladı. Sarsıntılı at arabası yolculuğu ve sıcak gelen havanın altındaki yürüyüş mesafesi onu yormuştu. Bunları ufak ufak telafi eden tek şey ise denizden gelen serin ve tuzlu meltemlerdi.

Elinde ufak bir not vardı. Notta bineceği tren, gideceği kasaba ve kalacağı yerin adları yazıyordu. Ba'Casta, diye okudu. Ne saçma bir isim. Bir hafta önce Curtis Dunstan adına eski bir askerle tanışmıştı. Dunstan, şimdilerde Ödül Avcılığı yapıyordu ve 20li yaşlarındaki gençlerden oluşan bir ekibi vardı. Dunstan kendisini ekibe davet ettiğinde biraz garipsedi; ama nedendir bilmiyor katılmayı kabul etti. Ailesinin anılarına boğulduğu, onlardan kalma evden uzaklaşma ve biraz seyahat etmek için iyi bir fırsat olarak görmüş olmalıydı. Belki böylece kitaplar, kütüphaneler ve deneylerle sınırlı kalan çalışma ve araştırmalarını genişleteceği bir alan da bulabilirdi. Dunstan' ın adamları hakkına birkaç yüzeysel bilgiye sahipti. Ekipte bir mekanik mühendisi ve iki nişancı bulunuyordu. Nişancılardan biri yakın dövüş konusunda da uzmanlaşmıştı.

Önündeki yolu hesap edip tekrar yürümeye başlamadan önce oturup biraz dinlenebileceği bir yer aradı. Arayışını gürültülü bir şeyin tozu dumana katarak kasabanın içinden çıkışa doğru gelmesi kesti. Kahve kehribar gözleri geleni normalden daha hızlı ve mekanik aksamı geliştirilmiş bir bisiklet olarak gördü. Üzerinde ise siyahî bir genç vardı. Kasabalı olduğunu tahmin ettiği gencin bindiği aracın yanına tekerlikli bir sepet de bağlanmıştı. Araç gürültüyle ve siyah, yoğun bir dumanla yabancının önünde duruverdiğinde onu öksürüğe boğdu.

"Oh, affedersiniz efendim!" dedi çocuk durdurduğu araçtan indi. Yabancı adam dumanı savuşturmak için elini ileri geri sallayıp çocuğa baktı. 20li yaşlarında bu delikanlı ona garip gelmişti. Saçları bir tuhaftı ve her yerinde motor yağı vardı. Eski ve kirli bir işçi tulumu giyiyordu. Siyahî genç gülümseyerek söze girdi, "Siz şu Simyacı olmalısınız. Ben Castar, Hugo Castar," elini uzattı tokalaşmak için.
"Evet," dedi adam, "Joseph Rae" ve gencin elini sıktı. Hugo, Simyacı ile tokalaştıktan sonra, "Haydi binin," deyip aracın sepetini işaret etti ve kendisi de seleye oturdu.
"Merak etmeyin sağlamdır," deyip tebessüm etti Hugo koltukları kabararak, "ben yaptım."
Joseph, nedense, ben de bunu duymaktan korkuyordum, diye geçirdi içinden ve pek hevesli olmamasına rağmen sepete binip yerleşti. Hugo ise icatlarından birini yeni bir çift göze sergileme olanağı bulduğu için heyecanına hâkim olmakta zorlanıyordu. İster istemez "Sıkı tutunun!" diye bağırıvermişti simyacıya bir kaskla gözlük uzatırken. Adam onları takarken, o da motoru çalıştırdı ve kasabanın içine doğru yol aldı. At arabasından daha sarsıntılı ve tozu dumana kara bir bulut öbeğiyle katan bu yolculuk fazlasıyla rahatsızdı.

***

Sabahın erken saatleri. Doğuya henüz herhangi bir pembelik ya da sıcaklık serpilmemiş. Kilidi düşmüş ahşap pencereden serin bir rüzgâr fısıldayarak odaya akıyor. Soğuk. Maden ocaklarından çıkarılan kürek kürek kömür, beyaz yastıklara yayılmış. Gözleri kapalı, kaşları çatık; uykudan uzaklaşmak istemezcesine yastığı başının üstüne çekiyor. Köşeden gelen tıkırtı rahatsız edici.

"Git buradan. Git başkasının Noel Hayaleti ol," diyor boğuk bir sesle. Tıkırtı devam ediyor. Duymamış gibi, dalgın ve huzursuz edici bir tınıyla devam ediyor.

Homurdanıyor, belki biraz da küfrediyor ve doğruluyor olduğu yerde. Aile hazinelerini sarıp sarmalayan çarşafın ardındaki çıplak teninde ufak tefek, birkaç kızıl tırnak izi çarpıyor göze. Serin hava tüylerini diken diken edip vücudunu germiş. Şimdi yüzüne ve omuzlarına düşen perçem perçem siyah saçlarının ardından, lacivert gözünü açıp köşeye dikiyor bakışlarını. Eski, soluk yeşil, kadife bir koltuğun üzerinde beyazlar giyinmiş bir kadın oturuyor. Bacak bacak üstüne attığı ayaklarını bir koldan aşağı sarkıtıp diğerine de sırtını vermiş. Boynu, koltuğun sırtından tarafa doğru bükülmüş hafifçe. Kızıl, kısa tutamlar yanağını sıyırıp omuzlarına dokunmak için uzanıyorlar. Teni soluk, yeşim gözlerindeki donuk bakışları bir noktaya sabitlemiş. İnce uzun parmakları arasındaki altıpatların silindirini çevirip oturtup tekrar çeviriyor.

Genç adam, onu süzdü ve ardından uyku mahmuru gözlerini ovuşturup kendini gerisin geri yatağa bıraktı.

"Ciddiyim Abigail, kes şunu."

Tıkırtı ansızın durdu. Biri lacivert, diğeri mavi olan iki göz de hafifçe aralanıp tavana baktılar. Tıkırtı tekrar başladı.

"Geliyor."
"Kim?"
"..."
"Ha... Yeni çocuk. Evet."
"..."
"N'olmuş?"
"O..."
"...ne?"
"O bir... Simyacı."