1.12.10

Fırtına


Sevgili Del,

Eski dostumuzu bulmak üzere çıktığım yolculukta umutlarım ve azmim
beni yarı yolda bırakmak üzereler. Her geçen gün attığım her adımla biraz
daha sönüyorlar. Duyduğuma göre kısa bir süre önce sirkten uzaklaşmışsın.
Mr. Freeack'ın bu durumdan dolayı üzgün olduğunu sanıyorum.
Umarım sen, kendi arayışlarında benden daha şanslı olursun ve umarım bu
mektup da eline ulaşır.

Kendine dikkat et,
Viktor

Omzundaki karganın siyah tüylerini usulca okşarken gözlerini mektubun satırlarından alıp ufka dikti. Gün doğmak üzereydi. Her zaman sıcak olan kurak toprak şimdi çıplak ayaklarının altında üşümüş yaşlı ve bilge bir kadın gibi uzanmış yatıyordu. Rüzgâr serin dokunuşlarını vadinin üzerinde gezdirirken onun dağılmış dalga dalga saçlarını da okşadı. Düşünceler zihninde dörtnala giden bir sirk konvoyunu andırıyordu. Yorulmuştu, kargaşa onu boğuyordu, omuzları çökmüş gözlerindeki ışıltı sönmüştü. Aldığı nefes sanki ciğerlerine, bedenine hiç ulaşmıyordu, ruhuna değmiyordu.

"Yeryüzünde yürümek zor değil mi?" dedi bir ses ardından, çarpıktı dili. Karga, tok bir sesle çığlık atıp kaçmıştı, toprağa bir kaç kara tüy süzüldü. Hafifçe dönüp baktığında iki büklüm, yaşlı bir kadının tebessüm eden bilge yüzünü gördü. Yaşlı kadın, ağaç dalından bozma değneğine dayanarak ağır adımlarla yanına geldi.
"Yeryüzünde yürümek mi?"
"Evet," dedi yaşlı kadın, "bir Tanrı için."
"Hayır," dedi genç kadın, "ben Tanrı değilim."
Yaşlı kadın ona bakmadı, neredeyse körelmiş gözleri ufka dikiliydi, "Tasarlıyorsun, yaratıyorsun, yoktan var ediyorsun... ve yok ediyorsun. Nesin Tanrı değilsen?"
"Bilmiyorum... ama Tanrı değilim," dedi genç kadın başını eğip ellerine, avuçlarına baktı, "Tanrılar'ın istekleri var. Şımarık çocuklar gibiler. Durmadan bir şeyler istiyorlar, adak, kurban, kan, dualar, tapınmalar, tapınaklar."
"Sen istemiyor musun?"
"Hayır."

Yaşlı kadın yanında dikilen genç kadına çevirdi yüzünü, gri gözleriyle onu süzdü. Rüzgarı dinledi, rüzgarın saç telleri arasından akıp giderken fısıldadığı sırları dinledi. Sonra tekrar ufuktan sırıtan güne döndü yüzünü.
"Peki, ne istiyorsun?"
"Bilmiyorum..."
"Karar vermelisiniz."
"Vermeliyiz?"
Yaşlı kadın tebessüm etti, "çünkü tek değilsin."
Genç kadın ona baktı, hafif bir şaşkınlık vardı yüzünde. Sonra elini başına götürdü, gözlerini tekrar ufka çevirirken yüzünün yarısını kavradı ve gülümsedi, acı bir şekilde.

"İçindeki fırtınalar çok güçlü, onları dindirmek için mi arıyorsun yoksa onları nasıl kullanacağını öğrenmek için mi?"
Genç kadın, yaşlı kadına döndü yüzünü. Hiç bu şekilde düşünmemişti. Aslında nasıl düşündüğünden bile emin değildi. O kadar çok ses vardı ki kafasında.
"Korkuyorsun," dedi yaşlı kadın, "tek başına kafanın içinde, ruhunda, yapayalnız kalmaktan korkuyorsun. Fırtınanın sesinin kesilmesinden korkuyorsun... ve fırtınanın güçlenip seni yok etmesinden."
"Daha ne kadar sürecek," dedi genç kadın, "daha ne kadar devam edecek?"
"Ne?"
"Bu... bu şey... bu..."
"Yolculuk? Arayış? Fırtına?"
Genç kadın omuzlarını kaldırıp indirdi.
"Hep sürecek, asla bitmez. Fırtına asla dinmez, bir yenisi hep çıkar."

Sessizlik içinde rüzgar fısıldadı sadece ve yeni yanmakta olan ateşin çıtırtılarına yarenlik etti. Güneş biraz daha yükselmişti ama ayazın çabuk gitmek gibi bir niyeti yoktu. Yaşlı kadın eğilip ayakları dibinde dolaşan kara tüyleri aldı.
"Gel, ateş hazır," dedi yaşlı kadın. Sırtını doğan güneşe döndü ve bu kurak hiçliğin ortasında kıvılcımlarla dans eden ateşe dikti gözlerini. Halkından son kalanlar ateşin çevresinde yerlerini almaktaydı. Yaşlı kadın ağır adımlarla oraya doğru yöneldiğinde genç olan bir süre durup onu ve ateşi seyretti. Doğan güneşe son bir bakış attıktan sonra o da ateşin çevresine dizilenlere katılmak üzere attı çıplak adımlarını.


---

Bu Cumartesi, 4 Aralık gecesinde saat tik takları 8'i fısıldadığında semalara ufak bir ziyaret yapacağım. Tam bir dönüşten ziyade ufak bir "beni unutmayın" tınısı taşıyacaktır bu ziyaret. Sonra yine, bir süreliğine arayışlarda olacağım.


25.11.10

23.11.10

Etsy Shop, Coming Soon!

This Halloween I made little gifts for kids. You will remeber my last post, Halloween Coins. But you only see their sketches. Antway, kids love them and one of my friend said "you can sell them on Etsy." So, I decided open a shop on Etsy for my handmade goods.

Last night I made few banners for shop but I love them all so I can't chose. Maybe I can get help here?

Sorry for grammer or other wrong things, I've little busy right here.

Red Lips ~ Box of Delusions

Ooo Rainbow ~ Delusion Maker's Odds and Ends

Cherry #1 ~ Delusion Maker's Odds and Ends

Cherry #2 ~ Delusion Maker's Odds and Ends

Cherry #3 ~ Delusion Maker's Odds and Ends

29.10.10

Halloween Coins -WIP-



Work in progress project for Halloween and kids. I will take care of few kids, so these coins for them. I made a lot of gifts for theem, I'm the best baby-sitter/elder-sister EVER!

coins (c) ME! if you touch them, without my permission, you will be cursed and Spirits of Halloween never let you alone!

5.10.10

Sketches from Istanbul Trip

Hi, I'm back ;)


Air Siren(s)

Children of Nile
These sketches are for our Steampunk themed radio & story project named Steam-Stream.

---

Sketch for Sandık Dergi's 5th issue.

---

People!
My old friends and new ones.

a new one :3
he is cute.

-

Mine & Nasuh Mahruki
Nasuh is the co-founder and the president of AKUT.
AKUT is a Turkish Search and Rescue Assocation.

---

Tarık
A photographer also he's a volunteer of AKUT, like me.

-

aand other new ones!
Merve (she's a Sandık Dergi's editor also one of my DJs in Radio Subdelirious-State)
Aras (director guy)
Nur (Merve's friend)
Barış (he's one my project friends from Steam-Stream)

25.8.10

Faena the Hunter Pupil

My Ally char Faena's first sketch. She's a hunter and she with her mentor Grimald (the Mad) the Dwarf Hunter. Actually I'm a Horde player, Troll Shaman (yay!), but I give my word to Grim, 'cause of this I draw Fae & Grim first.


( for tha Horde >_< )

23.8.10

Oldies II

Meet the Little Red Riding Hood. I love fairy tales and I decided make my own fairy (weird) tales. So, I started with Red. Her first sketch, she is a hard smoker, tomboy and wolf-walker. But now, I'm thinking about something different for her.

Date: November 13, 2006


And here, my lovely Snow White. She's a soul catcher, a beloved monster, a kick-ass princess of fairyland. So, watch your steps!

Date: 2008


And here one of my beauties, my first sketch about my Linear Psychosis Project and its finished version.

Date: 2009


Date: September 29, 2009

Oldies I


I wanna show you guys, some oldie sketches of mine and their finished or nearly finished versions.


First couple are my marrionette desings for Clockwork Snail Traveling Marionette Troupe's new show, an extra-ordinary history of Rapunzel. Here's the Marionette Witch and Marionette Rapunzel. Snails are Turkish Puppeteers, they make their own marionettes and shows. Very talented and crazy couple they are XD

>@/'


Here, meet Lethe the Dragon Knight. She was a goddess/maker from one of my stories. Kind of warrior. She have three friend, too. But I can't remember what they look like and also, I lost Lethe's sketches. But here the stages and last version of her.


'Ello world!

Here's tha yar favorite maker, the one who play with delusions! Yes, my dearies, that's me! the Delusion Maker!

My my, welcome to my delusional factory! You can see first sketches of delusions, here. And other work in progress thingies.

Just watch and wait, pumpkins.


C'ya.

2.8.10

kâbus

Savaş çanları çalıyordu, kulaklarda yankılanarak halkın yüreğine korku salarak çalıyorlardı. İçindeki karanlık giderek büyüyor, ruhundan kalan son parçaları acıyla eziliyordu. Rüyalar, düşler onun kara deliklerle örülü kâbuslarında dönüşüyordu. Çığlıkları keskin ve acıydı ama duyulmuyorlardı. Gözlerini kapadığında zihnini de kapıyordu, sonrası bilinmezlikti. Ne içindi bu çanlar? Bir savaş mıydı gerçekten? Yoksa bir av mı? Tarihteki büyük savaşlardan, lanetlerden ve ölümden kurtarmış bunca şövalyeyi cazgır bir çiftçi ordusuyla mı yok edeceklerdi?

Hayır.

Me'a yüreğinde bir ağırlık hissetti. Bir şeyler onu derinden, içinden, en gizli saklı düşlerinin ve anılarının olduğu yerden boğuyordu. Bilinmez bir elin pençelerindeydi. Hayır! Ruhundan kalan parçalar haykırıyordu. Tanrıçalar ve Tanrılar adına, HAYIR! Bu rûnleri taşıdıkça, derisi her an alev alev yanarken, zihninde ona ait olmayan seslerin yankısına dayandıkça bu çanlara, bu savaşa izin ermeyecekti. Kanları eline bulaşmış tüm ölü dostlarının kayıp mezarlarına üzerene yemin ederdi ki, izin vermeyecekti!

Dizleri üstüne çöktü. Ellerini toprağa dayadı yığılmamak için. Soğuk toprak bir anda kuruyu verdi avuçları altında. Bir şeyler kaburgalarını içten içte tırmalıyordu. Rûnler ısınırken teni yanıyor ve çatlıyordu. Dişlerini sıktı, gözlerini yumdu, ruhundaki acı bedenine işliyordu.

HAYIR! Hayır... kaybetmeyecekti kendini. Kimsenin avı değildi o. İzin vermezdi buna... hayır, tasmalanacak bir gudubet olmayacaktı. Uyuz bir hayvan gibi avlanamazdı!

Nefesi ufak buharlar yaratıyordu. Gri gözleri, kararıp kehribar ateşlere dönüşürken kirpiklerine düşen birkaç damla yok oldu. Boğazını yırtarak geceyi boğan çığlık, çalan çanları çıldırttı. Yarılan rûnlerden kanla karışık kara irinler aktı toprağa.

Toprak öldü.

Teni karardı, zırhı parçalanıp döküldü. Rüzgâr dokunmadı saçlarına, fısıldamadı kulağına.

Şehir sustu.

Gecenin karanlığında kara bir kâbus uyandı. Yürüyen karanlıkta sadece bir çift yıldız parladı ateş renginde.

26.7.10

Şimdi ve burada...

Uzun zaman oldu.

Kendi dünyalarımızın, düşlerimizin ve kabuslarımızın arasında yaşıyor, ölüyor ve diriliyorduk. Zamanın ve evrenlerin arasında bir birimizden ve kendimizden uzak hayatlarda beden bulduk. Birimizin göz kırpışı diğerinin ömrüydü. Kimi zaman bir orta çağ savaşçısı olduk, kimi zaman bir cadı, demirci, katil, kurtaran, yok eden ve niceleri olduk. Adlarını insan soyunun bilmediği tür ve ırklarda bazen kadındık bazen erkek bazen bilinmeyen bir cins. Bizden o kadar çok vardı ki ve o kadar hiç yoktu ki bizden, bazen kendimizle savaştık, yansımalarımızla ve öteki bizlerle, bazense oturup dost olduk onlarla farklı evrenlerde aynı bedenleri paylaştık.

Benden ne kadar çok var bilmiyorum ama hissediyorum, her gün her dakika yeni bir tane ben doğuyor başka bir düşte, başka bir evrende.

Uzaktım... ama yakındım da. Dünyalarımın köşelerinden uzandım ve onu gözledim. İzledim. Büyüyordu. Benim ve diğerlerinin yokluğunu dolduran hayaletler, onun gizli benlikleri güçlenip hayat bulmuştu. Omzumdan aşağı eğilip onun düşlerini süzen benim hayaletlerim gibi.

İzledim. Kızıl saçları rüzgârda uçuşurken kendini kaybedişini, ölüşünü, dirilişini ve yeniden yükselişini gördüm. Değişimini ve büyümesini izledim.

Şimdi ve burada tüm görkemiyle karşımda dururken, zihinlerimiz bir birinde yankılanıyor ve ben artık biliyorum, küçüğüm büyüdü... ve artık, o benim küçüğüm değil.



"...yes my dear, you are not my little winged anymore. We all have slept so long."

6.7.10

New Project: Steam-Stream

Yaz tatili iyi bir şey. Böyle deniz kenarı, rüzgâr essin, kafa sakin, ders yok tasa yok. Süper. Beyin kıvrımlarının da tam sakinliği yakaladığı dönem, değil mi? Kimi kandırıyoruz azizim. Yok öyle bir olay. Misal ben ve benim gibi serseri mayın modunda yazı geçirmek isteyenler çarpışınca, ortaya fena haller çıkıyor. Beyin kıvrımları içine yerleşmiş çarklar parıldayıp tıkır tıkır dönmeye, gıcır gıcır fikir üretmeye başlıyorlar. Arcanum, Fallout gibi oyunlarla vakti zamanında bolca haşır neşir olup Steampunk, Post-Apocalyptic, vb. dünyaları özümsemiş olan bünyenin alternatif bir tarih çizelgesinde cirit atası geliyor.

E doğal olarak da birden fazla haltı becerebilenler sürüsünün bir üyesi olarak, hemen planlar programlar yapılıyor. Tasarımlar uçuşuyor, kodlar yazılıyor, fikirler patlıyor, kafalar tokuşuyor. Replikler, metinler derken radyo piyesleri doğuyor. Şöyle olsun böyle olsun derken kendimizi alternatif bir tarih içinde, yıl 2010, 2. dünya savaşının eşiğinde buluveriyoruz. Her halt ancak buhar gücüyle çalışabiliyor zira bir yerlerden bir şekilde bir patlak vermiş, birileri bir çomak sokuvermiş. Ne Edison kalmış ne kadın hakları. Yıl 2010 hâlâ Victorian çağdayız sanki!

Ve böyle bir keşmekeşin içinde bir kargo zeplini çeşitli erzakları sağa sola taşırken aslında saman altından kaçaklara, sürgünlere, siyasi yasaklılara ve nicelerine el uzatıyor. Aklı gidip gelen antikacı, ton ton bir amca, Grimald Vesely, bir bakıyorsun Tesla diyor, bir bakıyor Edison. Bir de bakmışsın ki hiç hatırlamıyor onları. Kadınlığını saklıyarak bir erkek gibi hava harp okulundan mezun olmuş, kadın olduğu için vatanından sürgün edilmiş, bir Türk Hanımefendisi, adı Sabiha, zeplinin kaptanı. Sömürge altında bağımsızlığını kazanmaya çalışan Fransa gerilla savaşı veriyor. Bu özgürlük savaşından ağır yaralarla sıyrılmayı az çok başarabilmiş asker bozması başka bir hatun, Jacqueline, kendini poker salonunun kraliçesi ilan etmiş. Ufak tefek bir velet, Skreech, cirit atıyor zeplinin mekanik aksamları arasında. Gacırdaya gacurdaya her şeyleri tamir etme sevdasında. Doktorundan, aşçısından, tayfasına, arada gidip gelen, gelecek gidecek olan yolcularıyla, bir keşmekeş meydanı Airship Lenora.

Ve bu meydanda, tayfaların aklına parlak bir fikir gelir. Zeplini çevreleyen haberleşme ağında, konuklar ve kendileri için bir radyo programı yapacaklardır. Fikir zeplinin sahibi antikacı beyefendi tarafından takdirle karşılandı. Asistanı bastıbacak Skreech neredeyse tüm aksamları bir birine iliştirip, tamir ederek adeta yoktan bir radyo sistemi kurdu. Salonun kraliçesi pokerden sıkıldığında birkaç kelam lütfetmeyi ve kaptan da her yayın öncesine günlük anonsları bildirmeyi kabul etti. Böylece, Steam-Stream doğdu.

30.5.10

"I AM a writer!" Scene

A little dialogue from one of my projects named "Once upon a time..." It's kind of fairy weird tale. Characters from the first scenes; D the Bookstore Girl, Mr. Ozzy the Bookstore's Owner and Boy the boy... oh, and he is a writer.

Actually, I'm not a huge fan of male main characters. Especially these days. I prefer the female ones with a strong personality. But this story has to many female characters because of this main character is a male.

On the other side you need an explanation for this part of the story. Boy is the main character and he is a John Doe for now. He hit his head to cobblestone because of a thief and lose his consciousness. But for a moment he saw something red in the night and it was not blood. In the early hours of the next day's morning, D found him, woke him and brought him to the bookstore. She cleaned and bandaged his wound on his forehead. After these, she went to buy somethings for breakfast.

And, action!


Few minutes after D, an old man came to the bookstore. He had a lot of books in his arms. And he was walking with difficulty. He saw the young man in the store and walked to the him.

"Finally you came! I've been waiting for you the whole week, boy!" the old man said.
"Me? Why?" asked the young man.
"Why?! You ask? Now, come and help me. Take these," old man gave books and stuff to him.
"O-uh, okay."
"Go, go, walk," he pushed the boy with his cane.
"Mister, uh-- I think there is a misunderstanding here."
"Keep walking boy, speak less, work more."
"Okay, okay!" he said and in a low voice he continued "don't hit me with that thing."
"Don't mumble boy! Speak clear. I'm an old man. Now, stop, wait. I will find my keys... keys, this one for store, home, chase, mmm... it should be here..." he said and started searching his pockets.
"Mister, can I--"
"Shh, you will scare it."
"Whom I'll scare?"
"Shhh! Oh--- I found it," and he opened his room's door with an old key. "Come on, go inside," old man pushed the boy again. "Drop the things here boy," he went to his desk and turned on the old fashion lamb, "and come here, come closely, let me to see you."
"Oookay," he said but he didn't go. First, he looked the area weirdly.
"I SAID come here, boy! I don't have much time like you, come here."
"Okay, okay." And he went to the old man's near. And old man looked him very carefully.
"Interesting..." old man said.
"What? What's interesting?"
"Shh, silent." He looked to him for a awile, and later, "what happend to your head?"
"I hit it the cobblestone."
"Cobblestone?"
"Yes... cobblestone."
"Well, no judging here. Young ones has different and ridiculous hobbies these days."
"What? Wait, it's not a hobbie, I was--"
"What's your gift boy?"
"Wha-- what gift?"
"A gift. Everybody has a gift. Hmm, what's your gift?"
"Uhm..."
"Nothing? What do you do boy? What are you doing for life? Oh, I found. I should ask like this I think, 'What's your job?' "
"Oh! Uh, I, I'm a writer."
"A writer? Excellent."
"Did you write anything?"
"Of course I wrote. I told you I'm a writer."
"Yes, I heard that. Did you write anything I read?"
"Uhm... Maybe, I don't think so."
"Try me. What was that? Book, comic, short story, scenario, poem?"
"A book."
"Nice, what was it's name?"
"Aw, uhm, it was Stolen Cage."
"That trash was yours?"
"That wasn't a trash. It was my best seller novel!"
"Seriously?"
"Yes!"
"Well, it was a trash anyway."
"It wasn--"
"Now, you can go and work."
"Wai-- I--"
"Hey," D said suddenly came to the room, "Goodmo--"
"Hurry up, hurry up. Go to the outside! Take the key," old man said and gave a key to young man.
"But, wait, what ke--"
"D will explain you, your work."
"Whoa? What work?
"Cleaning, helping stuff! The stuffs a bookstore needs. D, show the room to the boy."
"Yes, Sir."
"But, miste--"
"Outside the room kids! I'm a busy man!" and he pushed them to the outside of the room and closed to door.

"Well," D said, "I will show you the room."
"What? What room? No room. Who is this crazy old man? He never listens to me!"
"He is Mr. Ozzy."
"So?" he asked with sarcastic voice.
"This is, here, Mr. Ozzy's Bookstore, did you miss the board?"
"Really? Are you kidding me?" and he's voice was still sarcastic.
"Nope. Wanna see the room?"
"No. I don't want to see the room!"
"Okay," and she started walking.
"Wait, where are you going?" he followed her.
"Front side of the store of course. I have work to do."
"What work?" they arrived to the front side of the store.
"Reading," and she sat on the chair behind the cash table (?).
"Seriously? You're kidding me."
"Why? You do not read?"
"Of course I read, I'm a writer."
"Yup, I heard that," and she started reading. Young man looked at her with blank eyes. After these they heard the old man's voice.

"D! D!"
"Yes, Mr. Ozzy?" she yelled but she continued to read as well.
"Did you see," he came to them. He seemed like searching for something, "did you see my glasses?," what was I say? "I can't find them."
"They are on your head Mr. Ozzy."
"Oh, there you are. Thank you young lady, oh, who is this young man?" old man asked.
"He is John Doe, he was a writer," she said still reading her book.
"I AM a writer."
"Sorry, he IS a writer, Mr. Ozzy," and she turned over the page.
"Oh, how wonderful career for a young man. Did you write anything I read?" old man asked very nicely.
Young man looked him weirdly and answered to him, "No."
"What a shame," old man said sadly, "well, I have to go. Take care of the store young ones."
"Good days Mr. Ozzy," and she passed on to other page.
"Is he..."
"Yup, he is" and she turned over the page, again.


CUT!


Edited by Roselyn Shade

12.5.10

Me'a

İlk FRP karakterim Me'amor adında bir elfti. Tolkien'in Orta Dünyası'nı konu alan bir forumda başlamıştım. Kuzgun karası saçları olan, hafif yanık tenli, savaşçı bir hatundu Me'a. Kurulu klana gelen her üyeyi tam o anda sırf o kişi için yazılmış bir şiirle karşılardı. O şiirleri yazmak çok hoşuma giderdi, ne yazık ki hepsini kaybettim.

O zamanlar FRP, Classlar vs. hakkında çok bir bilgim yoktu, o yüzden hatun biraz fazla mükemmel bir karakterdi. Daha sonra işi öğrenip zevk aldıkça Me'a' yı tekrar tekrar düzenledim. O artık bir Orta Dünya ya da DnD elfi değil. Benimi kendi yarattığım ya da yaratmakta olduğum bir dünyaya ait. Aşağıdaki yazı, söz konusu o dünyada geçen bir savaş sırasında Me'a'nın olayların başlangıcıyla ilgili anısını (flashback) içeriyor. Kendisi eski bir yazı 2008 tarihli olması muhtemel. Çok iyi sayılmaz yine de birkaç ufak değişiklik yapıp yayınlamaya karar verdim.

---

Gözleri kapandı hafifçe, zihninde sesler duyuyordu; mızrak ve kılıçların çarpışma sesleri, havada süzülen ok sesleri, savaş nidaları... İç çekti, sanki son kez çekiyormuşçasına.

Dinaerealılar' ın yolları ayrı düştükten birkaç yıl sonraydı. Kendimi dağ yamaçlarındaki ormanlara kurulmuş bir Elf Yurdu' nda bulmuştum. Kendi yurdum da. Dönüşümden sevinç duyanlar olduğu gibi hoşnutsuzluğunu gizlemeyenler de vardı. Kız kardeşlerim çevremde pervane olup uzak diyarlarda yaşadıklarımı dinlemek istediler bir bir, erkek kardeşlerim attığım onca cenkten sağ çıkmamı sağlayan kılıcımla onlara meydan okumam için sıraya dizildiler. Ailenin en büyük çocuğu olmak zordur hep, küçüklerin kendine yakın gördüğü aile bireyi olmak... Babamız tarafından evlatlıktan reddedilmiş evlat olmak.

"Babamızı kızdıracaksın Me'amor, dönmemeliydin."
"Babamız bana hep kızgın sevgili Nia."
"Yine de dönmemeliydin. Annemiz olmasaydı seni topraklarımızdan sürgün edecekti hatırlasana."
"Şşşt, küçük kız kardeşim. Bırak da bu yorgun savaşçı biraz dinlensin. Er geç yola koyulacağım tekrar. Belki bakarsın babamızın gazabını üstüme çekmeden önce topraklarımıza düşen çiğ tanelerini izleme şansı yakalarım."
"Evet, belki. Umalım ki tek endişemiz babamızın gazabı olsun."
"Hıım? O da ne demekti?"
"Ufukta savaş var kardeşim. Geçtiği her yeri kızıla boyuyor ve şimdi de burada... bizim topraklarımızda."

Bu sözler, bu sözler her şeyin başlangıcı oldu işte. Kendimi bir anda son görmek istediğim insanın karşısında buldum; babamın. Onun yanında duran annemin özlem ve tedirginlik dolu bakışlarını ağır bir yük gibi üstümde hissetmiştim; ama bilmem, öğrenmem gereken daha önemli bir şey vardı.

"Aurnia bir savaştan bahsetti."
"Düğün bile olsa seni ilgilendirmiyor. En kısa sürede bu toprakları terk edeceksin."
"Hayır! Siz isteyin ya da istemeyin baba, burası benim de toprağım. Burada büyüdüm ben. Eğer toprağımı, ailemi, halkımı tehlikeye sokacak bir savaş söz konusuysa sizin ordularınızla beraber çarpışmak en büyük hakkım."
"Benim ordularımda sana yer yok!"

Sırtını döndü... Sırtını döndü ve ailede bir tek bana miras bıraktığı çelik grisi gözlerini ufka dikti. Annemin deniz mavisi gözleri üstümdeydi hâlâ, bunca yıl boyunca âşık olmaktan usanmadığı adam ile ilk göz ağrısının arasında kalmak hiçbir annenin kaderi olmamalıydı. Avuçlarımda babamın kollunu hissetim bir an, sıkıca kavrayıp onu kendime doğru çevirdiğimi gördüm. Kendi bilincimden uzakta hareket ediyordu uzuvlarım; ama belki de yıllar önce yapmam gereken şeyleri yapıyorlardı. Gözlerinin içine baktım, bana miras bıraktığı sadece o gözler değildi, kibri, cesareti, liderliği... Kendimize itiraf etmekten her zaman çekindiğimiz bir gerçekti bu; ben, onun, babamın bir kopyasıydım. Bana baktığında geçmişini, kendi gençliğini; bende ona baktığım da geleceğimi, kendi yaşlılığımı görüyordum.

"Baba... Burada kalacağım. Ben düşmanınız değilim. Ufukta yükselen günle gelen hangi savaşsa ordularında beraber karşısına dizileceğim ve göğüs göğse kılıç kılıca ölümüne savaşacağım."
"Sen! Sen bir aptalsın! Bir aptal!!"

Kapıdan çıktı, yürüdü gitti. Annemin gözyaşları ile beni kucakladığını hissettim. Çiçekler gibi kokan siyah saçları yanaklarıma değdi. Dudakları, öpücükleri saçlarımda gezindi; ama kalamadım yanında. Kaçtım, böylesi bir eziyeti ona nasıl layık gördüm, ben bile bilemiyorum.

Ordular son hazırlıklarını yaparken atımla süzüldüm aralarına, bakışları konuşmalarına yer bırakmıyordu. Kılıcım kınındaydı, eski bir dostumun verdiği Mithril yeleğim göğsümdeydi. Omzumu kavradı bir el ansızın, arkamı döndüğümde en az babam kadar bana karşı bir yüz gördüm; Megilastald, erkek kardeşlerimin en büyüğü, toprakların varisi.


"Megil--"

Sözümü tamamlayamadım çünkü kardeşim, ordularının bir kumandanıymışım gibi selamlayıp sarılmıştı bana. Onun sesinden duyduğum cümlelerle şaşkınlığım yerini minnettarlığa bırakıyordu.

"Eve döndüğünde çok sevindim."

Onunla beraber hazırlıkları yapan askerler boyunca ilerledik. Babamın ve komutanlarının yanına vardık. Kardeşim başını kaldırıp gülümsedi, komutanlar ise babamın tepkisinden çekinerek başlarını bile kaldırmamışlardı. Aralarına girip önlerine serili haritaya göz attım.

"Baba?"
"............."
"Baba?!"
"Ne istiyorsun?"
"Savaşın nedenini? Düşmanın kim olduğunu?"
"Savaşın nedeni savunma yapmak. Orklar ve yanlarındaki diğer yaratıklar nedensizce Cücelerin Madenlerine saldırdılar. "
"Nedensizce mi?"
"Evet, nedensizce. Kuzeydeki ormanları yakıp yıkmışlar. Buraya gelenlerin farklı bir ordu olduğu kanısındayız. Her koşulda savunma yapacağız... Sonra gerekirse madenlere yöneliriz. Şimdiye kadar sesleri çıkmadığına göre günbatımında harekete geçeceklerdir. Gökte tek bir yıldız bile belirmeden tüm hazırlıkların tamamlanmış olmasını istiyorum."

Günbatımı... Güneşin topraklar ardında uykuya dalıp göğü buladığı o tatlı kızıllık şimdi dökülecek kanların habercisiydi. Nitekim öyle de oldu. Güneş battığı an savaş borularıyla davullarının sesleri ağaçlara yerleşmiş tedirgin kuşları mekânlarında etti. Oklar zehir yağmurları gibi üstlerimize yağarken kalkanlarımızın arkasına sığındık. Kılıçlarımızı kınlarından çıkarıp geceye sürdük atlarımızı. Orkların, yaratıkların ve ordularımızın askerlerinin kanları bir olup toprağı suladı.

Gündoğumunda düşman orduları geri çekildi, gece tekrar saldırmak üzere. Babam orduları geri topladı, kayıplarımız ağırdı; ama her askerimiz yere düşmeden olabildiğince çok düşmanı haklamış gibi görünüyordu. Yararlılarımız vardı. Hanımlarımız onlarla ilgilenirken babam ilişti gözüme tüm kibri ile dikiliyordu dimdik. Göğsüne aldığı o ağır yara bile bir an için olsun vazgeçiremiyordu onu tüm bu olanlardan.

Ağır adımlarla ilerleyip çardakları geçti, kardeşlerimin yaralarını saran anneme görünmeden usulca koridorlardan geçti. Adımları yalpalıyordu artık, odasının kapısına vardığında dengesini yitirdi. Koluna girdim, ayakta durmasına yardım ettim. Beni, gururunu zedelermişim gibi sertçe ittirdi; ama onu bırakmaya niyetli değildim. Sesim fısıltı gibiydi, anneme yakalanmamak için harcadığı çabayı boşa çıkartmamalıydım.


"Hadi baba..."
"Bırak beni, kendimde yürüyebilirim. Sana muhtaç olacak kadar zayıf değilim."
"Evet, zayıf değilsin, sadece biraz yorgunsun ve birkaç can sıkıcı sıyrığın var o kadar."

Zarif işlemelerden yapılma kapıyı açıp içeri girdik, onu ipek çarşaflar arasındaki yatağına yatırdım. Bakışlarındaki kibri omuzlarımı çökertiyordu adeta. Zırhını, giysilerini soydum. Göğsünün biraz yukarısında ağır bir yara vardı. Çevresi kararmaya başlamıştı. Zehirli olduğu aşikârdı. Şifalı bitkiler gerekiyordu. Kalktım, koridorları ve kapıları geçtim, çardakların arka tarafındaki odama gittim koşarcasına. Yolculuklarım boyunca nice bilgelerle, yaşlı Druidler ve yetenekli şifacılarla karşılaşmıştım. Öğrendiğim birçok şey vardı onlardan. Her zaman kendime yetmeyi bilmiştim ve her zaman hazırlıklı olmayı da. Ama beni tedirgin eden bir şeyler vardı. Bu savaşla, düşmanımızla ilgili bir şeyler. Çok daha fazlasının olup bittiğini hissediyordum. Uğursuz bir şeyler vardı.

Geri döndüğümde yarayı yıkadım, merhem haline getirdiğim şifalı bitkileri sürdüm. Temiz bir bezle yarasını sardım. Başını yana doğru çevirmişti balkona düşen çiçek tanelerini izliyordu. Teşekkür etmesine ya da minnet duymasın ihtiyacım yoktu. Sadece kararlarımı, beni, olduğum gibi kabul etse yeterdi.

"Baba... bu geceki çarpışmaya katılmaman gerekiyor."
"Ne'den bahsediyorsun sen ?"
"Hareket etmemelisin. Bu ya---"
"Şimdi de bana akıl mı verir oldun."

Hışımla doğruldu yataktan, giysilerine ve zırhına uzandı. Onu durdurmak ya da fikrini değiştirme için söylediklerim fayda etmedi ki bunu zaten beklemiyordum. Çardaklara geri döndüğümüzde, Sul'u gördüm. Benden sonraki en büyük en kız evlat oydu. Nia, deri zırhını giymesinde ona yardım ediyordu. Okları selesinde yerlerini almışlardı. Bir an orada öylece durup onları izledim. Kadınlarımız çoğunlukça şifacıydı. Sadece bazıları eğer isterlerse okçu olarak eğitiliyordu. Sul, en iyilerden biriydi.

Güneş batarken yükselen davul sesleriyle mevzilere ilerledik. Oklar, baltalar vızıldayarak kulaklarımızın dibinden geçip gidiyordu. Çürümüş, bozulmuş çarpık yüzler ve bedenler bir bir geçip gidiyor, düşüyor, kılıçlarımızı kara kanlarıyla yıkıyorlardı ve onlarınkileri de bizim kızıl kanımızla. Toprak adeta kusuyordu onları, birini silahımızdan silkeleyip düşürdüğümüzde yerine ikişer üçer tane geliyordu. Gece olması bize zarar sağlamıyordu; ama etrafı saran karanlık yapaydı, ölüydü. Tenlerimize değdiğinde ruhlarımız soğuyordu. Vadinin çok daha geriside, göremediğimiz kadar uzağında yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu hepimiz fark etmiştik. Bu, sıradan bir savaş değildi. Sadece bizi ilgilendiren, sadece bizim çarpıştığımız bir şey değildi.

Tüm bu kargaşa içinde babamı gördüm bir an, döndü yavaşça sallanarak. Kılıcından cansız bir beden düştü ayakları dibine ve göğsüne saplı bir kılıç parıldadı ay ışığında. Onun diz çöküşünü görürken koştuğumu hatırlıyorum, hayal meyal bana yönelen kim olduysa çarpık bedenlerinden ayırdım kafalarını. En azından öyle olduğunu sanıyorum. Sabahın soluk ışıklarında saatler kala savaş meydanında kaybettik babamı. Onu öldüren; yaralı olmasına rağmen devam etmesine neden olan gururu muydu yoksa halkına olan sevgisi miydi, bilmiyorum.

Annemin cılız yumrukları zırhlarımızın göğsüne dövmüştü isyan edercesine. Kardeşlerim suskundu, halkımız korkuyordu. Daha şimdiden birçok kadın eşlerini kaybetmişti. Ne savaşçılarımız ne de yaşlılarımız böylesi bir musibetle karşı karşıya kalmamışlardır. Şafak sökerken bitkindim, yaralarım sızlıyor, kaslarım ağrıyordu. Ölülerin alevleri doğan güneşten daha fazla aydınlatıyordu.

Üç büyük varis, Megilas, Sul ve ben, komutanlar ve yaşlılarla bir araya geldik. Oturduğum yerde ardıma yaslanmıştım, gözlerim bakıyor ama görmüyordu. Planlar, fikirler, otoriteler savaş meydanında uçuşan baltalar ve oklar gibi kulaklarımın etrafında vızıldayıp durdu. Zihnimde ise babamın sözleri yankılanıyor, sezgilerim karanlık ıslıklar çalıyordu.


"Ayrılıyoruz."
"Ne?"
"Bunu yapamayız, burası evimiz!"
"Bu kararı verecek durumda değilsin, daha bir çocuksun sen! Babasının kararlarına karşı çıkan bencil bir çocuk. Ne cüretle ne yapacağımızı söylemeye kalkarsın. Bu odada olman bile ailen için utanç!"
"Yeter! Burası hepimizin toprağı, hepimizin evi. Kardeşimle böyle konuşmak hiçbirinizin haddi değil."
"Evimizi daha fazla savunacak durumda değiliz. Çok fazla adam kaybettik, düşmanımız ise giderek çoğalmaya devam ediyor. En mantıklı hareket güneye doğru çekilmek, bu tarafa doğru."

Haritada işaret ettiğim bölge, uzak kuzenlerimize aitti. Yaşlılar bu fikri onaylamadılar. Onlara göre burası kökleriydi, burada kalınmalıydı. Tanrılar, dinler ve tarihimiz üzerine şiddetli, histerik söylevlere geçtiklerinde ise biz çoktan kararımızı vermiştik. Kılıçlar savrulup yaylar gerilirken, gelmekte olanın varlığını karanlığını hissedenler bizlerdik.

Kadınlar, çocuklar, yaşlı ve yaralılar, Sul'ın önderliğinde dağdaki yeraltı geçitlerinden güneye ilerleyecekti. Kalmayı seçenlerle, onlara zaman kazandırmak için son bir savunma yapılacaktı. Bu planın uygulamaya en kısa sürede geçmesi gerekiyordu. Sadece taşıyabilecekleri kadar erzak aldılar yanlarına, kimileri yedek giysi alma ya da ölen yakınına veda etme şansı bile bulamamıştı. Megilas ve ben, kalmakta ısrar eden erkek kardeşlerimizi gitmeye ikna edemedik. Nia'nın yalvaran gözleriyle sadece Lireon gitmeyi kabul etti, o da yaralı olduğu için. Faydasının dokunmayacağını bilmek ona içten içe acı veriyordu.

Geriye kalanlarla ne kadar süre dayandık hatırlamıyorum, şafaklar duman yüzünden kararmış, sayımız azalmıştı. Bazılarımız çok ağır yaralıydı. İyileşmeyeceklerdi, acılarını dindirmek için onları kendi ellerimizle öldürmek zorunda kaldık. Belki de en çok ağırımıza giden bu olmuştu. Gördüklerimiz, karşılaştıklarımız ve duyduğumuz şeyler yüzünden kendimizden şüphe etmeye başlamıştık. Bir birimize telkinler veriyor, aklımızı kaçırmamaya çalışıyorduk.

Yurdum, şimdilerde çatlamış kurak toprakların uzandığı bir hiçlik. Uzun zaman önceydi orada olup bitenler. Sağ kurtulup güneye vardığımızda sadece beş kişiydik ve neler olduğunu anlatmak için dört yöne dağıldık. İnanlar oldu, inanmayanlar olduğu gibi. Çok daha fazlası geliyordu, uğursuz savaşın dehşeti kapıdaydı ve hatırlayanlar… hayatta kalmayı başaracak olanlar bunun ufak bir başlangıç olduğunu çok geçmeden öğrenecekti.

Irkların, krallıkların, düşmanların birleştiğini; ergen yaşındaki çocuktan, tarladaki işçiye, rahat tahtındaki kraliçesine kadar eli tutan herkesin kılıç kuşandığını gördüm. Diğer halklardan uzak duran türlerin kendilerini göstermelerine şahit oldum. Savaşmak için kabilelerini, yeminlerini terk eden Ateş Cadıları oldu. Güneş’in Kızları diye çağırırdı yaşlılar onları. Kibirli ve gururluydular, tarafsız kalmayı seçerek İsimsiz Olanlar’ın yok oluşundan itibaren hiçbir dünyevi mücadeleye katılmamışlardı. Hayatta kalsalar bile kendi türleri tarafından sürgün edileceklerini bilerek gelmişlerdi. Çoğu bu savaşta öldü ve savaş devam ederken, birçoğu daha ölmeye devam edecek. Şimdiden bazı kabilelerin hatta ırkların tamamen yok olduğuna dair söylentiler var. Günlerdir ne şafak ne de gökyüzünde bir ışık gördük. Her şey, her yer karanlık. Yanık etin kokusu artık ciğerlerimizi boğmuyor. Hiç dinmeksizin devam eden acı dolu bağırış ve çığlıkları kulaklarımızı tırmalamıyor. Bir asker yere düşüp öldüğünde, bir ok ya da bıçak bacağınıza saplandığında orda olması ve ya olmaması hiçbir şey ifade etmiyor.

Hiçbir şey ifade etmiyor.

Hiç... bir... şey...

Burada, böylece yatabilirim. Kanla çürümüş toprakta, düşün askerlerin yanında.

Zırhım ağır geliyor... göğsümü eziyor... nefes alamıyorum...

Yatabilirim... nefes almaksızın...

Onlarla birlikte yakılabilirim... ölen kardeşlerimin yanında olabilirim...

Ölen... kardeşlerim...

...

Hayır.
Gri gözlerini tekrar araladığında gördüğü tek şey dumanla kaplı gökyüzüydü. Kara duman güneşi boğmuştu, yıldızları silmiş, ayı esir almıştı. Üstüne yığılmış çarpık cesedi ittirip doğrulurken eski ve yeni yaraları çığlıklar atıyordu. Kılıcına yüklendi, ayağa kalktı, üzerine gelmekte olan yaratığım ayağı balçıklaşmış zeminde şıpırdıyordu. Bekledi... bekledi... bekledi... kabzasını sıkıca kavradığı kılıcı tüm bedeniyle savurup yaratığı ikiye böldü. Sırtını dikleştirdi, elf gözleri hâlâ direnen dostlarını teker teker seçebiliyordu. Dudaklarının kenarı kıvrıldı hafifçe, bir çuval gibi yere serilip ölmeyi beklemeyecekti. Kılıcını tekrar savurdu, sekmesine neden olan bacağına rağmen kılıcını tekrar tekrar savurdu, ilerledi, savurdu, ilerledi ta ki şafağı tekrar görene dek.


Kara Şafak Günceleri, Kayıp Tarih

10.5.10

Myra & Zeth

Çok çok çok eski bir arkadaşımla vakti zamanında yazdığımız bir öykü vardı. Bugün, düşen hdd faciasından önce başka bir yere yedeklemiş olduğum eksik versiyonunu buldum. Sanırım 2008'de başlamıştık, uzun zamandır devam etmiyoruz. Sayfalarca hazırlık yapmıştım ve hepsi puf diye gidiverince açıkçası aylarca kaybettiklerimin sözünü etmek bile acı veriyordu.

Şimdi eksikte olsa bu öyküyü yayınlamaya karar verdim, belki vaktim olunca üzerinde çalışır ve yeni bir devam yazarım.

8.5.10

melek kelek bebek

Arada bir fırsat bulup kafamı dağıtmak için filmlere sardım. Şans eseri Dogma, Constantine, Legion ve Gabriel arayı fazla açmadan arka arkaya geldi. İlahi bir işaret olsa gerek :)

Bu kadar çok meleği ve kıyamet teorisini bir arada görünce aklıma eski melek hikâyelerim geldi. Bir de sürekli "erkek melek", "erkek tanrı", "dünyayı kurtaracak erkek" görmek beni çok sıktı. Melekleri hermafrodit yaptıklarında bile görünümleri erkek oluyor. Gabriel'de, Uriel'den başlarda "she" diye bahsettiklerinde hafif bir heyecan dalgası bir an coştu ama kendisini hüsranda buldu. Legion ise çok kısa geldi ve izlerken sürekli olarak zihnim, sahnelere Uriel replikleri serpiştirdi.

Birçok senaryo ve öykü fikri yine cirit atıyor zihnimde. Cadılar, Yunan Tanrıları, Ejder Soyu, Yarım Kanlar, onlar bunlar bir türlü rahat vermiyorlar. Bir de sürekli olarak Medusa'nın kellesinin uçurulmasından bıktım.

Ufak bir hikâye karalamayı düşünüyordum ama zihnim o kadar sakin değil sanırım. Tam olarak "suyu geldi" aşamasında, sancılar henüz artmadı ama yakındır.

19.1.10

Otobüs

...


Kuru soğuk burnunu ve parmak uçlarını buz kesmişti. Kabanının içinde kaybolma arzusuyla durakta bekleyen kalabalığa daldı. Gelip giden otobüslerle kalabalık azalırken soğuk artıyordu. Bekleyen bir avuç insan kalmıştı ve yakınlardaki duraklarda ise hâlâ uzun sıralar vardı. Sonunda kırmızı şeritleriyle bir otobüs belirdi ve durdu, gelmesi gereken saatten erken gelmişti. Kapıları açıldı ve insanlar aceleyle içine koşuşturdular.

Garip bir his peydahlanmıştı içine ama o da bindi, biletini verip bir yere geçti. Çantasına sımsıkı sarıldı. İneceği yeri kaçırmamak için durakları izleyecekti, bu yüzden bakışlarını pencereden dışarıya dikti. Geç olmuştu ve kendi otobüsünü bekleyecek zamanı yoktu. Biraz daha uzakta inip yürümeyi planlamış ve arkadaşının ona söylediği numaraya binmişti. Neydi o numara, düşüncesi ansızın belirip yok oldu. Otobüsün kapıları hâlâ açıktı, sürücü henüz geri dönmemişti. Bir an düşünüp adamın ne ara çıktığını görmediğini fark etti. Omuz silkip camdan dışarı çevirdi bakışlarını. İnsanların konuşmalarını duyar gibi oldu bir süre sonra.

"Bu otobüs ne tarafa gidiyor?"
"Nerden geçtiğini biliyor musunuz?"
"Hayır, emin değilim. Siz biliyor musunuz?"
"Hangi yoldan gidiyor? Bilmiyorum."

Zihnini kurcalayan bu soru karmaşaları arasında aracın hareket ettiğini hissetti. Sorular tekrar başlamıştı, bu sefer tek bir kişiye yönelmişlerdi ve çeşitli semt ya da bölgelerin adlarını taşıyorlardı. İsimleri duyuyordu, ama silinip gidiyorlardı aklından. Sürücü hepsine cevap verdi, hepsini onayladı. Otobüs, motor sesi ve metal gıcırtıları ile gecenin içinde ilerlemeye devam etti.


Kafasını sertçe çarptığı cam sayesinde ayıldı ansızın. Etrafına baktı. Şimdi otobüste birkaç kişi daha vardı. Dışarı baktı, tanıdık gelen hiçbir şey yoktu. Tam dudaklarını arayıp bir şey diyecekti ki yaşlıca bir kadın eğiliverdi üzerine, "ineceğin yeri geçtin sen. Arkada kaldı o durak, buradan inip geriye yürümelisin."
Evet, diye düşündü. Yerinden kalkıp kucağındaki çantasıyla otomatik kapıya yöneldi, aşağı indi. O iner inmez, araç hareketlendi ve dönüp de ardına baktığında orada hiçbir şey göremedi. Ne bir araç, ne bir siluet ne de bir ses vardı.


...

18.1.10

mezarlık

Neil Gaiman'ın, The Graveyard Book adlı son kitabını okurken, büyüdüğüm evin mezarlığın yanında olduğunu ve nice hayaller kurduğumu hatırladım.

Tüm o zamanların anısına ve başka bir üstadı hayranlıkla kıskanırcasına...

***

Derin bir soluk çekti içine ve gerisin gerisi uzandı fazla büyümüş otların arasına. Güneş yeni batmıştı, gökyüzü henüz mor ve pembe dalgalardan oluşan tuniğin çıkarmamıştı. Kollarını gerisin geri uzatıp sırıtkan bir kedi gibi gerindi. Eve dönme vakti yaklaşmıştı, dirsekleri üzerinde doğrulup işlenmiş taş çıkıntıların üzerinden yola baktı. Sokak lambaları titreyerek henüz yanıyorlardı. Ayağa kalktı ve eteğindeki toprakları silkeledi. Demir parmaklıklarla dört bir yanı çevrilmiş alanda, krallığını süzen bir kral edasıyla gururla göz gezdirdi. Burası onundu. Onun oyun alanı, gizlenme yeri, hayal kurma mekânıydı. Üç sokak gerideki Missy Popkins'in şişme prenses sarayı vardı, onun ise koca bir mezarlığı.


Yüzünde tatmin olmuş bir tebessümle, kitaplarını taş lahdin kenarından aldı. Eve dönme vaktiydi, demir parmaklıkların çarpıklığı arasında kendine bulduğu gizli yoldan ışıkları titrek sokağa çıktı. Evine doğru giderken soluk, mavi bir leke gibi ışıkların altında süzüldü.
"Hoş bir hanımefendi," dedi Barnaby Thaddeus (ve şimdi Cennet'de okuyor mısralarını) saatler sonra hava daha da karardığında. Soluk bedeniyle kendi lahdinin üzerinde şöyle bir süzüldü, "bitkilerden kesinlikle iyi anlıyor." Yüzyıllardan sonra ilk kez otları düzenlenmiş kendi mezarına gururla baktı.
"Bir cadı olabilir! Cadılar otlardan anlar," dedi hiddetle Elizabeth Marian Lily Atherstone, fazla yaşlanmış bir hanımefendiydi, bir kız kurusu. Olup olmadık her şeyle ilgili bir fikri olurdu her zaman, doğru ya da yanlış, her zaman bir tane olurdu.

"Sevgili hanımefendi, sadece birkaç çalı çırpıyı temizlemiş küçük bir hanımefendi o" dedi Barnaby, "cadı bile olsa, kötü bir niyeti olduğundan şüpheliyim." Gri, şeffaf mizacıyla Elizabeth burun kıvırdı, şairin bu sözlerine.

9.1.10

Peri'nin Laneti / The Curse of the Fairy


Boğazı kurumuş, dudakları çatlamıştı. Ateş bürümüştü içini ve dindirmek için içtiği her damla suyu sarsılarak, titreyerek boğulurcasına kusuyordu. Ters giden bir şeyler var, diye düşündü. Haklıydı, lanetlenmişti. O şirin, sevimli yüzüyle ortalıkta pır pır uçuşan peri tarafından hem de. Cadıları ve gerçekleri savunması bu sinir bozucu, güzel yaratıkların gücüne gitmişti. En güçlülerinden biri de asasını kaldırıp savurduğu gibi onu çöl ateşiyle lanetlemişti.

O bir Gezgin'di, diyarlar arasında gidip gelebilen, seçilmişlerden biriydi; ama onun bile kendi dünyasına zaman zaman geri dönmesi gerekliydi. Oysa geçit çok uzaktaydı, görüntüler bulanık ve bedeni şiddeti artan titremeler yüzünden giderek güçsüzleşiyordu. Tek bir seçeneği vardı artık, aynı kapıya ulaşmak. Ayna Şehri' nin kapısı Ayna Kapı, karşısında duranın ya da içinde gezenin dünyasını yansıtırdı. Böylece ebediyetten beri Gezginler için bir sığınak olmuştu.

Her gezginin Ayna Kapı'yı açacak bir anahtarı olurdu, kristal bir anahtar. Gezgin'inde bir tane vardı ama o hınzır periler onu çalmıştı. Neyse ki Kristal Halkı onun dostuydu ve yeni bir anahtar yapmışlardı. Tek sorun kendi ülkelerini terk edemiyor olmalarıydı. Böylece dişini sıkıp kendini toparlamaya çalışan Gezgin, Kristal Vadisine doğru yol aldı. Vadinin yakınlarına geldiğinde halktan birinin gizlice dışarı çıktığını ve yanına geldiğini fark etti. Artık anahtarı vardı. Minnettardı, dostlarına içtenlikle teşekkür etti ve geçide ulaşmak için denizden gelen büyük, beyaz kuşların ardındaki ormana ulaşmak için titreyen dizleri üzerinde tekrar doğruldu.

Büyük, beyaz kuşlar kulak tırmalayan çığlıklarla üzerinde uçuştular. Onu denize sürüp av etmeye çalışsalar da Gezgin sonunda kendini onların ulaşamayacağı, gök delen ağaçların ardına atabildi. Sihirli değnekleriyle onu izleyip, meltemleri esir almaya çalışan Periler'den habersizdi. Yalpalayarak, yarı koşturarak, zaman zaman köklere takılarak sıklaştırdı adımlarını. Dudakları, dili bir tükürük emaresine özlem duruyorlardı. Gözleri yaşarmış, nefesi tıkandıkça tıkanmıştı. Avuçlarında sımsıkı tuttuğu anahtarla geçide varmak için tüm gücüyle atıyordu adımlarını. Kuru dalların hışırtısıyla duraladı ansızın, ormanın büyülü rüzgârları soğuk esiyordu şimdi. Haşin kırbaçlar gibi bedenine çarpıyorlardı. Dizleri boşaldı, nemli toprağa, çürümüş yaprakların içine çöküverdi. Yardım, diye düşündü başı önünde, saçları yere uzanmak istercesine. Titrek, derin bir soluk aldı, huzursuzca. Yardım, diye düşündü tekrar ama düşünceleri şekillenemedi. Cadıların ve Bilgelerin öğrettiği bu yetenek, Peri'nin laneti yüzünden adeta balçıktan bir örümcek ağına takılıp kalmıştı. Diyarın içinden ya da dışından kimse hissetmedi şekillenemeyen düşüncelerini.

Dudaklarına değen sıcak, acı bir suyla uyandı Gezgin. Düşüp kaldığı ormanda değildi, Ayna Şehri'nde ya da kendi evinde de değildi. "İç," dedi bir ses ve Gezgin sıcak, acı suyu tekrar içti. Daha sonra tekrar uyandığında konuşanın bir Kış Cadısı olduğunu fark edecekti. Bilgeler muskalar çivileyip tütsülerle dört bir yanı çevrelemişlerdi Peri'nin Lanetini kırmak için. Çeşitli kurutulmuş ve saklanmış otlardan yapılmış bir çaydı Cadı'nın içirdiği, şifa için ve Gezgin son yudumu da içip bitirdiğinde kadınlar ve erkekler bir çeşit şarkıya başladılar. Sözcükler ve ses tonları zihnin içinde renksel bir armoniyle dönüp duruyor ya da sadece ateşin ve gölgelerin oluşturduğu bulanıklıkla bedeni tekrar uykuya kayıyordu. Teni sıcaktı, dış diyardan gelen biri için fazla sıcak. Kadınlar ve erkekler şarkıya devam etti, ta ki Gezgin onlardan uzaklaşana dek. Cadılardan biri mırıldandı, yakında iyileşecek, ama Gezgin duymadı.

Şimdi, sadece sessizlik vardı. Sıcak, karanlık bir sessizlik.